26 Ocak 2012 Perşembe

Bu sabah kuşlar selam verdi, kar beyazından

Bu sabah kuşlar selam verdi, kar beyazından
Lodo snasıl da  ılık ılık esiyor Ocağın bu sabahında. Hep okşar lodos, ılık eliyle. Değişi, tatlıdır. Ama çarpar. Çarpması vurgundur, vurucudur.
Her sabah inilen yokuşta işte yine Ayşe. Hatırlı bir yokuş. Bir kilometre bile değil belki ama dik mi dik. Dik açıya arkadaş bir açıda meyilli.
Şehrin göbeğinde olmamak, şehrin yuttuğu hatta çoktan hazmettiği çok şeye yakınlık demek. Herkes o yüzden şehrim göbeğinde olmayan bu yana kayıyor. Yok yok, kaçıyor. Nefes alabilmek için. “Koca bir otoparkta yaşıyorum” hissini artık tatmamak için.
Bura kuşlarını belledi o, çoktan. Zaten Ayşe'nin ilk işidir kuşlara bakmak gittiği her yerde. En önce hüthüt kuşunu görmek ister. Sevginin sembolüdür ibibik ya da çavuşkuşu da dedikleri hüt hüt. Bir kere görmüştü çok evvelce. Evlenmeden hemen önce.
Beş dakika hadi en fazla yedi dakikasını alır yokuş. O, en fazla yedi dakika içinde bazen yedi harika görüntü ile karşılaştığı olur. Aslında herkes karşılaşır da onlar görmez; çünkü baktıkları başka şeyler, kuş, böcek, çiçek değil.
Bu sabah da daha yokuşun başına gelmeden belliydi harikalarla dolu bir gün olacağı. Alice bile bu sabah burada olmak isterdi; kıskanırdı belki buradaki harikaları.
Gök başlı, ince yapılı kerkenezin sesini duydu ilk. Arka balkondan hep izlediği, renklerine vurgun olduğu kerkenezi. Yukardan,  kii kii diye geliyordu ötüşü. Kerkenezin ötüşünü duyar duymaz başını kaldırdı  Ayşe.  Arka tepelerin, çatıların gök başlı konuğuna baktı. Hemen gördü gök başlı kerkenezi.
Böyle güzel bir mavimsi gri ya da grimsi mavi olur mu? Pastel renkli. Çekingen bir masmavi; griye çalan. Göklere nispet. Yetmemiş, o mavili gri akmış  kanatlara; boydan boya mavimtrak bir griye boyamış kanat kenarlarını da. Kanatların geri kalanı, kerkenezin  sırtı gibi paslı kahve. Bir de süslü sırtı, bir de süslü. İri koyu benekler düşmüş kerkenezin sırtına, payet niyetine. Pek alımlı bu kerkenez. Erkek galiba. Başı mavimsi olanlar erkek olurmuş.
Kii kii diye öttü yine kerkenez. O da öğrenmişti sabahları “günaydın” demeyi. belli ki. Alıştırmış demek Ayşe,  kuşları da selamlaşmaya. Yeter ki sevilsinler kuşlar. Anlıyorlar ve seviniyorlar sevildiklerine.
Gök başlı kerkenez, bir zaman dolandı yukarda. Yüksek blokların çatılarına doğru uçtu. Sesi gelmedi sonra. Konmuş olmalı. Sanki bir arkadaşına gülermiş gibi gülümseyerek izledi Ayşe,  kerkenezi. Nasıl da bir ses, bir renk, bir hareket katıyor karlı, beyaz renkli  bu güne. Çiçekler, yerin renkleri; kuşlar da göğün.
Servis beklediği yer vıcık vıcık olmuştu tuzla karışıp erimiş, çamur rengini almış kardan. Karşıdaki serpme evlere takıldı gözleri. Müstakil evlerde yaşamayı sevenlerin üç katlı evleri, tek tek çoğalıyordu eski tarlaların üzerinde. Yeşile, pembeye, beyaza, bordoya boyanmıştı evler. Çoğunun bahçesinde köpek vardı bekçi niyetine. Havlamaları, yüzlerce metre öteden duyuluyordu. Ürkütücüydü.
Koskoca Eskişehir Yolu’nun orta refüjünde dizilmiş, eğilir gibi zarifçe öne doğru meyletmiş yüksek elektrik direklerinin üzerinde uçan ince yapılı kuş, tombul karınlı bir güvercin değildi. Minicik serçeler de değildi. Gök başlı kerkenez, uçup gelmişti demek ki çatıdan.
Kerkenez, bir müddet karşıdaki ekilmesine az kalmış tarlaya bakındı. Tarladaki boyvermiş otlar, tarla kenarlarındaki dikenler hayli sık ve boyluydu. Yirmi santimi geçen kar, yola atılan ve araçlarca etrafa sıçratılan tuzun da yardımıyla erimeye başlamış, yer yer kara lekeler halinde toprak gözükür olmuştu. Kerkenez, avcı kuşlara has  dikkatle kolluyordu karşıları.
Öne eğik elektrik direğinden kalktı, karla kaplı boş tarlanın üzerinde döne döne uçtu.
Durağında bekleyen Ayşe, bu gösteriyi sabahın güzelliğine yordu. Belgesel izlemekten daha gerçekti gördükleri. Birebir gözünün önündeydi kerkenez ve kerkenezin uçuş oyunları.
Kerkenez, havada asılıymışçasına durdu. Kanatlarını çırpıyor; ama uçmuyordu. Sabitçe kalakalmıştı havada, durur gibi.Asılı durduğu yerden yeri kolaçan ederken avlanacak bir şey görmemiş olmalı ki  başka bir yana uçtu. Biraz daha ileriye. Orada da asılı kaldı bir müddet.
Bu asılı kalmalar, biraz daha ileriye, daha ileriye doğru adeta her karışı santim santim tararcasına; gözden geçire geçire devam ederken Ayşe’nin servisi geldi. Ayşe, havada asılı kerkenezi bırakıp servise bindi.
Uzunca bir yol kat ediyorlardı servisle. Normal havalarda kırk beş dakika, kışın buzda üç saatte eve geldikleri olmuştu.
Konutkent bembeyazdı. Siteleri kaplayan doğu ladinlerinin dalları, kaç gecedir yağan karla yüklendiğinden daha da eğilmişti. Yatık yatıktı.
Kocaman bahçelerdeki yeniyıl çalılarının kırmızı yemişleri, çalıyı kaplayan karların içinde kırmızı boncuklar gibi seçiliyordu.
Yaprakları tamamiyle dökülmüş kızılcıkların yerden yanlara doğru eğim yaparak yükselen kızılımsı, bordomsu hoş renkli dalları, bembeyaz karların üzerinde,  beyaz bir vazodan fışkırmış dallar kadar neşeliydi.
Konutkent’teki parkın köşesinde bir adam gördü servisten biri. “Avcı” diye haykırdı.
Ayşe, tüm dikkatini pencereden dışarıya yöneltti. Avcı kıyafetlerini giymiş, şapkalı bir adam, tüfeğini sırtına vurmuştu. Yanında büyücek bir çanta vardı. Belli ki erzakı, av malzemeleri ve küçük ocağı içindeydi. Koyu kahverengi renkli dişi av köpeğinin tasmasını kavramıştı birazdan tetiğe basacak eliyle. Hayvan sabırsızlanıyordu av için. Avcı, av köpeğini güçlükle zapt ediyordu. Ayşe, avdan hiç haz etmezdi.  Çok değil üç beş saat içinde patlayacak tüfeğin saçmalarının hangi kanatları kıracağı, hangi kınalı boyunları kana bulayacağını düşünmeye katlanamadı.
Çevre yoluna çıktıklarında, yolun iki yanı kardan kuşak takmışçasına bembeyaz uzanıp gidiyordu. Sanki kar erimiş de, arada bir  kara renkli toprak görünüyormuş gibi  duran kara  lekelere dikkatle bakınca karda yem bulamayan küçük bir keklik sürüsünün  yola yakın yerlere yemlenmeye geldiklerini anladı Ayşe. Yedi keklik sayabildi servis geçip giderken, göz açıp kapayana kadar.  Keklikleri geçmişlerdi ki takkeli corruk da denilen toygarları gördü. Onlar zaten yol kenarlarını çok severdi. Hep yol kenarına iner, yolda yürürlerdi başlarında dikçe tüylerden  hotozları olan, serçeden hallice takkeli corruklar. Birkaç adım atar, dururlardı. Sonra sanki dans edermişçesine yeniden yürürlerdi; hızlı hatta telaşlı.
Biraz ilerde daha kalabalık bir keklik sürüsü görülüyordu. Karın üstünde, yola yakın.  Erimiş karlardan gözüken toprağı eşeliyorlardı. Az ilerde, bir çamın dibinden bir keklik yola dik hafif bayırı inmek istermiş gibi bir adım attıysa da ürktü. Çamın dallarının korunağından ayrılamadı. Koca ağaçlandırma alanında atmacaların, şahinlerin  olduğunu da biliyordu Ayşe. Ondan başka gören olmazdı şahinleri. Yaprakları kurumuş, çıplak dalların üzerine konduklarında, hala düşmemiş iri yaprakları ya da yan yana dizili, uzun fasulyemsi ağaç tohumlarını andırırlardı.
Arkası dönük olarak konduğu bir ağacın tepesinden, ağaçlandırılmış geniş alanı süzüyordu atmaca O da bu sabah av peşindeydi. Ankara’yı kaplayan kar, aç bırakmıştı besbelli kerkenezi, keklikleri, takkeli corrukları ve atmacayı.
Senelerce şehrin hep göbeğinde, en civcivli yerlerinde yaşadıktan sonra şimdilerde tabiatı, huzuru, sakinliği ve düzeni sevenlerce bir kaçış yeri olarak bellenmiş semtlerine geldiklerinden beri karı, baharı, ağaçları, ağaçların konukları kuşları  kayalarda, çeşit çeşit ağaçlarda, tarlalarda görüyordu. Hep istediği dekorun içindeydi. Doğal temalı. Bayır çiçekleri kokulu. Gökyüzünde kanat çırpan çeşit çeşit kuş sesinden şarkılı.
Aç kuşlar, Ayşe’ye avcıyı hatırlattı. Bu sabah, iki cins avcı görmüştü Ayşe. Kerkenez ve atmaca bir de Konutkent’teki parkın köşesinde kendisini almaya gelecek avcı grubunu bekleyen tüfeğini kuşanmış avcı. Kerkenez de atmaca da  tabiatları gereği avlanıyorlardı. Doğanın dengesiydi hem onların avcılığı. Ama avcı, keyfi için avlanıyordu.
O avcı şimdi yolda olmalıydı. Çubuk taraflarına mı, Nallıhan taraflarına mı gidecekti acaba av için. Belki de Polatlı’ya doğru giderdi. Hoş şimdilerde evler tarlaların içlerine yapıldığı için dağlar da düzlükler de çok uzak değildi.
Yem bulabilmek için yola çıkmayı bile göze alacak kadar aç keklikler, kaçabilecek miydi acaba avcının fişeklerinden? Ya takkeli corruklar? Kaç kekliğin kınalı boynu kana bulanacaktı? Akşam yemeği olarak masaya konacaktı.
Kuşları görmek ne güzeldi ama kuşların kanlı boyunlarını düşünmek nasıl da iç acıtıyordu. Bembeyaz gün, kuşların kanıyla kızıla çalacaktı avcının gittiği yerlerde. Av, en çok deliceye, şahine, atmacaya, kerkeneze yakışıyordu.
Acemi Demirci, 26.01.2012

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yorum yapmak için gmail adresi gereklidir...
Yorumlar, blog yöneticisi tarafından denetlendikten sonra, uygun bulunması halinde yayınlanacaktır...
İyi paylaşımlar...

İletişim: usayken@gmail.com