18 Ocak 2012 Çarşamba

Bozbulanık pustan düşen benekler: Kar


Kurmalı, eski tip mavi saat, sabahın altısında çaldı. Çocukluğunda uzunca kaldığı Aksaray’da, dedesinin evindeki ağır, gümüşi renkli o eskilerin saatine çok benzediği için Çeşme Pazarı’nda görür görmez almıştı mavi saati. O günden beri de o saatle uyanıyordu. Çocukluğundaki gibi.

Hava hala ağarmamış oluyordu saat altıda; Ocak ayının ortasında; Ankara’da. Ağardığı da yoktu ya aslında gün boyu, adamakıllı. Sis, pus kaplamıştı her yanı. Kış demek artık pus anlamlı olmuştu Ankara’da. Günlerce bekledikleri kar, sonunda öyle bir yağmıştı ki ortalık buz kesmişti.

Düz yerlerde oturmamıştı hiç olgit. Hep yokuşlu yerlerde olmuştu evleri. İnmiş ve çıkmıştı yokuşları yaz sıcağında; kış ayazında, buzunda. Hayat gibi.

Yokuşlar değişmişti; ama yokuşlu hayat değişmemişti. Yine dik bir yokuşun başında oturuyorlardı. Eskiden tavşanların gezdiği, tilkilerin yuva yaptığı boz bir tepenin yerinde şimdi beton bloktan bir tepe görünümündeki yeni evleri yükseliyordu.

Arkalarında kalan bir üniversitenin yerleşkesinin ormanına baktı, tülü aralayıp. Mazılar, ardıçlar, karaçamlar, kavaklar, at kestaneleri, iğdeler ile kaplıydı arkadaki tepe silsilesi. Mazıların çoğu kurak geçen yaza ve sonbahara dayanamamış, kurumuştu. İki yıl önce taşındıklarında yemyeşil olan mazılar, kahverengiye dönüşmüştü. Kar, yalnızca yemyeşil ibreli çamlarla kucaklaştığında beyaz neşesine bürünür. Yeşilin üzerinde bir başka edayla uzanır kar yığınları. Kuruyup kahverengiye dönmüş mazıları kaplayan karlar, sanki ağaçlarda değil de topraktaymış hissi veriyordu oysa. Kuru ardıçların, mazıların üstünü örterken beyaz bir kederi andırıyordu. Can vermekte gecikmiş olduğundan kederliydi; kurumuş ağaçların üstündeki kar.

Önceleri hayli sık dikilmiş olduklarından ot mu, çalı mı, fide mi ikilemine düşüren körpe çam fidanları epeyce boylanmıştı şimdilerde. Şamdan kolları gibi havaya uzanmış dalları, bariz şekilde seçilebiliyordu. Bembeyaz krema sürülmüş kocaman bir pastayı andıran tepeye dikilmiş körpe karaçam fidanlarının doğumgünü pastalarının üstündeki kıvılcımlar saçan mumları andıran dalları, yaramaz çocukların elleri gibi havaya kalkmıştı.

Tozuyan, uçuşan karlara daha bir dikkat kesildi, pencereden tepelere bakan Ayşe. Uyku sersemliğiyle kar yağıyor sanıp sanmadığından emin olmak istedi. Bu kadar soğukta kar yağmaz diye bilirdi çünkü. Akşam saat sekizde internetten hava durumuna baktıklarında, bu civarda hava sıcaklığı eksi sekiz buçuktu. Bu, kuru ayaz demekti. Sabaha kar görmeyi beklemiyordu hiç o yüzden.

Kar, yağıyordu ama. Lapa lapa yağıyordu. Tadını çıkara çıkara düşüyordu taneler, usul ve nazlı. Sanki susuzluktan erimiş barajları suya kandırmak; yazın sıcağında kavrulmuş mazıların, kurumuş ağaçların gönlünü almak; bahara kadar sarmalanacağı örtüsünden mahrum kalmak istemeyen toprağı sarıp sarmalamak istercesine. Bembeyaz sakin haliyle uzandığı çam dallarında, toprağın üzerinde bahar güneşinde eriyene kadar sessizce uyumak istermişçesine. Müjde müjde iniyordu salınarak, nazlı kar taneleri.

Yan sitenin kendilerine bakan bloğunun bacasından tüttüre tüttüre çıkan bulutlar gibi kabarık duman, rüzgarla savruldu; pencerelerinin önünden akıp gitti. “Sis Dağları’nın bulutları mı yürüyor acaba” diye düşünse de ne Karadeniz yaylalarındaydı şu an ne de Sis Dağları'nı sise bürüyen bulutlar geçiyordu pencerelerinin önünden. Komşu bloğun bacasından çıkan isli duman, pencerenin camını yalayarak, kıvrıla kıvrıla geçip gitti.

Önce küçücük taneler halinde atıştıran kar, çok geçmeden irileşti. Sonra savrula savrula, uçuşa uçuşa, döne döne yağmaya başladı, sanki kendince dans edermiş gibi. Masal kitaplarında çizili koca kar taneleri gibi tozutuyordu bulanık havada.

Az sonra ineceği yokuş kadar hatırlı apartman rampasının, yağan karın donmasıyla akşama ne hal alacağını düşünerek çağırdı asansörü. Yolun, gecenin ayazında kağıt gibi incecik, siyah buz tutacağından korkuyordu. Buzdan hep korkmuştu zaten. Ama buza hayrandı da. Gizli suydu buz. Derli toplu, ortada gözükmese de oralarda bir yerlerde saklı, ıssızlarda su demekti buzlar. Su da, hayat demekti. Ağaçların kurumaması demekti. Kuşların kanatlarını ıslata ıslata serinlemesi denekti yazın.

Zaten kalabalık olmayan ve sırf bu yüzden burada yaşamaya karar verdikleri caddelerinde, belediye otobüsünden başka araç yoktu görünen neredeyse. Bir de tek tük geçen servis araçları.

Zorlu yokuş, baharda ne kadar farklı olurdu oysa. Yarım kilometrelik yokuşu kaplayan geniş ve kısa cadde boyunca ne hayatlar fışkırırdı yol kenarında, Ankara baharında. Taptaze, coşkulu, kokulu. Ankara'nın Ankaralılarca bile bilinmedik gizli renklerini, gizli renklerin cümbüşünü sunarak.

Önce gelincikler patlardı tek tek. Kara göbekleriyle gülümserdi gelincikler her bahar, erkenden. Arsızından kırmızılar takıştırırlardı, simsiyah göbeklerinin etrafına. Uzanıp giden durgun beyazın erimesinin ardından kırmızının canlılığı, arsızlığı alabildiğine yayılırdı etrafa. Rüzgarda oynaşmayı pek severdi gelincikler. Narince bir o yana bir bu yana yatar dururlardı yelin önünde, rüzgarın şarkısından mest olmuşcasına. Yelin en iyi dostuydu onlar.

Alim düğmeleri, papatyalar, capcanlı sarı çiçekleriyle turp tepeleri, mor çiçekli küçük dikenler, deve dikenleri tek tek açardı baharda sırasıyla. Hepsi aynı anda açmazdı. Önce gelinciklerle başlardı çiçeklenmeye etraf. Sonra diğerleri açardı tek tek. Çoğu, solmadan önce bir diğerinin açtığını da görür, arkadaşlık ederlerdi farklı renkleriyle. Kır çiçeğiyken tek başlarına, kır çiçekleri olurlardı birlikte.

Zambakların, yabani lalelerin Ankara’da da, hem de nasıl gülümsediğini buraya taşındıktan sonra anlamıştı Ayşe. Beyaz, narin, ince yapraklı zambaklar, eflatun zambaklar, öbek öbek açmış iri pembe çiçekler kaplıyordu Mayısla birlikte ortalığı. Rüzgar çıkınca da onca renkteki onca çiçek salınır; salınmalar kokuya dönerdi, burcu ıtırlarla dolu. Mis kokular taşırdı rüzgar tepelerden, yol kenarlarından evlere, yokuşu inenlere, baharda.

Her yer yemyeşil çimle kaplanırdı Nisanla birlikte. Göz alabildiğine yeşil olurdu tepeler Mayıs bitmeden. Baharın ilk çığlığıdır yeşil çimler.

Koca öbekler halindeki çalımsı beyaz çiçekler, demet demet çöreklenmiş dururdu yeşil çimenlerin üzerinde.Temmuzla birlikte ne var ne yoksa solardı, sararırdı. Kocaman demetler halindeki beyaz çiçeklerin çalıyı andıran sapları kalırdı tek. Çıplak ve kederli.

Yüzüne düşen iri bir kar tanesi, Ayşe’yi çekip aldı bahara dalıp gittiği düşüncelerinden. Yokuşu inen bir belediye otobüsü az ilerisinde durdu. Belli ki kaymaktan korkmuştu.

Yerdeki karın tek tek bulgurlandığını fark etti Ayşe. Beyaz satenin üzerine minik inciler işlenmiş gibiydi bulgurlanmış kar yığını. Eriyiverecek kadar narin, donduracak kadar soğuk incilere baktı bir müddet.

Otobüs uzaklaştıktan sonra yola konan bir serçeye ilişti gözü. Serçecik ona bakıyordu. Belli ki çantasında simit, ekmek ne varsa kendisine atmasını bekliyordu. Yanına biraz buğday ya da bulgur almayı akıl edemediğine hayıflandı Ayşe. Yarın, kesinlikle serçeye istediğini verecek, ona bir kahvaltı sunacaktı. Serçe, biraz daha bakındıktan sonra uçtu. Çok havalanamadı; yolun kenarındaki kuru bir devedikenine kondu.

Saksağanların elektrik direğindeki yuvası boştu. Bu mevsimde yavruları da olmazdı zaten. Onca saksağan neredeydi bugün, görünmüyorlardı.

Yokuş boyunca uzanan ve henüz tam bitmemiş villaların çevresini kuşatan çite doğru kaydı gözleri. Başları belli bir açı ile öne eğilmiş betondan direkler, bir kaç sıra dikenli telle çevrelenmişti. Upuzun kuyruklarını arkaya sarkıtarak beton direklere konmuş saksağanları gördü ilk. Serçeler de dikenli tellere konmuş, kondukları yerde her biri büzülmüştü, başlarını içe çekip. Sesleri çıkmıyordu. Saksağanların da o her zamanki kavgacı, hırçın, saldırgan hallerinden eser yoktu. Yağan karın altında sinmiş kalmışlardı, çitin üzerine. Soğuk onların da içine işlemişti besbelli.

Oysa beyaz şeritlerle süslü lacivertli, yeşilli, en cevvalinden renkli tüyleriyle saksağanlar, her ağacın dalına konup konup kalkar, yerlerinde durmazlardı yazın. Serçelerin, güvercinlerin yuvalarını darmadağın eder; yavrularını kan revan içinde bırakıp, kendilerine ziyafet çekerlerdi. Vakur delicelere, atmacalara bile baş tutarlardı korkusuzca, yaz sıcağında. Atmacaları yuvalarının etrafında istemezler, kayalara konan atmacaların etrafını kuşatır, kuyruğundan çekiştirir; sonunda da kaçırtırlardı. Havaların soğuk olmadığı günlerdeki o haşin tavırlı, siyah, güçlü gagalı saksağanlar, uçamıyordu bile puslu, soğuk, karlı bu kış sabahında.

Yol kenarında, muhtemelen geceleyin başıboş köpeklerce taşınmış çöp poşetlerinin etrafında birkaç saksağan tembelce duruyordu. Başka zamanlarda poşetleri gagalayıp, didikleye didikleye yiyecek arayan saksağanlar, poşete gagalarını vuracak kadar bile güç bulamıyorlardı anlaşılan bu sabah.

Yolun karşısındaki otobüs durağında her sabah otobüs bekleyen öğrenci kızlar, bu sabah ilk kez bere giymişlerdi. Yol, çok geniş olsa da kolayca seçilebilen ellerinin siyah görüntüsünden yün ya da deriden eldiven giydikleri apaçık fark ediliyordu. “Soğuğa yiğitlik olmaz” deyişinin hem de nasıl anlaşıldığı sabahtı bu sabah.

Herkesin evinde oturup pencereden yağan karı seyretmeyi, rahat koltuğunda oturmuş televizyon izlerken kahvesini, çayını içip keyif yapmayı isteyeceği bu günde yine okula gidenler, işe gidenler yoldaydı. Ev keyfi denilince hep böyle günlerde evde olmak gelirdi aklına. Şehrin tam göbeğinde oturdukları onca yıl boyunca sabahları gördüğü perdeleri açık pencerelerinin kenarına iliştirdikleri koltuklarına oturup, bir yandan gazetelerini okurken bir yandan da burunlarının ucuna indirdikleri gözlüklerinin üstünden ara sıra gözlerini caddeye dikip, sabahın koşuşturmacasına umursuzca bakan emekliler geldi aklına. “İyi ki vaktinde emekli olmuşlar; bu zamana kalsalardı asla olamazlardı” diye düşündü.

Kar, tipiye dönmüştü sanki. Kırmızı başlıklı kız öyküsünü hatırlatan kırmızı beresinin kulaklıklarını daha bir çekiştirdi. Atkısını daha bir sarındı. Eldivenlerini gocuğunun bileklerinin içine tıkıştırdı. Soğuk havanın işleyeceği bir açıklık kalmayınca bilekleri üşümedi.

Her sabah o yokuşu inen iki üç kişi, yokuşun başında göründü. Birkaç gün evvel yağan ve buza çeken karlar, temizlenmişti. Yağan kar da henüz tutmamıştı, olsa olsa akşama buz tutacaktı yokuş; ama yokuşu inenler, her ihtimali düşünüp yolun tam ortasından yürüyorlardı. Ara sıra da arkalarına bakıp yokuşu inen bir araç var mı diyebakınıyorlar ya da tepelerdeki köpek sürülerinin yakınlarında olup olmadığını kolaçan ediyorlardı.

Köpeklerin ayak izleri hala duruyordu karlarda. Arkadaki üniversitenin kampüsünde geceleri sürüler halinde gezinen köpekler, yiyecek bulabilmek için buralara inmişti demek. Köpek ayak izlerinin yanında, ince ve uzun izler de vardı. Kuş izleri.

Yağmurlu, bulutlu, gökyüzünün kurşuniye çaldığı günlerde güvercin sürülerinin hep batıya, Eskişehir yönüne uçtuklarını görürdü. Bugün tek bir güvercin dahi yoktu uçan. Bloklara doğru baktı. Damlarda tüneyen güvercinleri seçebilmek umuduyla. Karla kaplı bembeyaz damlarda gri benekler gibi duran tek bir güvercin bile gözükmüyordu. Damların kovuklarına, saçaklara, balkon çıkmalarının gizlediği borulara tünemiş olmalıydılar.

Yolun karşısındaki durakta bir hareketlenme gördü. Bir araba flaşörlerini yakmış duruyordu duraktan az ilerde. Bir genç kız, duraktaki koltuğa çantasını koymuş, içini karıştırıyordu. Bilet çıkaracaktı belli ki cüzdanından.

Araba geri geri gelip, kızın önünde durdu. Kız aradığını bulmuş, çantasını koluna takmış, dimdik duruyordu. Kollarını göğsünde kavuşturmuş halde. Arabaya bakar gibiydi. Eliyle arabaya işaretler yaptı. Tam o anda sürücü tarafındaki kapı hışımla açıldı. Bir genç, hızla indi. Kızı arabaya çağırdı. Kız, eliyle işaret yaparak gence gitmesini anlatıyordu sanki. Genç, kıza doğru ilerledi. Kızın elinden tutup çekiştirdi. Anlaşılan kızın her sabah bindiği arabaydı bu araba. Belli ki erkek arkadaşıyla kavga etmiş, aralarında bir tatsızlık olduğundan bu sabah binmek istememişti. Oğlan, kızı arabaya bindirip bir de kendilerini gördüğünden emin olduğu Ayşe’ye göz attıktan sonra gaza basıp, acı lastik sesleri çıkararak uzaklaştı; geceden tuzlanmış yolda. Kar, arabanın arkasından uçuşa uçuşa yağmaya devam ediyordu.

Ayşe, başını kaldırıp, yere inmiş gibi gözüken göğe baktı. Kar taneleri yüzüne yüzüne düşüyordu. Tam bu sırada bir arabanın sesini duydu. Yanıbaşında durmuştu araba.Servisi gelmişti. Kapı yavaş yavaş açıldı. Servisine bindi. Şöfor her sabah olduğu gibi yine radyoyu açmıştı; kulağına şarkının sözleri çalındı

“Her yerde kar var… ”

Acemi Demirci, 18.01.2012

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yorum yapmak için gmail adresi gereklidir...
Yorumlar, blog yöneticisi tarafından denetlendikten sonra, uygun bulunması halinde yayınlanacaktır...
İyi paylaşımlar...

İletişim: usayken@gmail.com