8 Şubat 2012 Çarşamba

Asi Esintiler

Sevgili Asi Esintiler Takipçileri,


Blogumuz yeni bir yapılandırmaya gitme sürecinde şu günlerde. Bu nedenle yeni bir paylaşım yapılmayacaktır.


Acemidemirci'nin 'Asi' yazılarını 
http://asi-acemidemirci.blogspot.com/ adresinden,


diğer yazılarını ise 
http://acemidemirci.blogspot.com/ adresinden takip edebilirsiniz.


Bugüne kadar bizlerle olduğunuz için teşekkür ederiz.
Sevgilerimizle...
ASİ'den sonra ilk sitemizdi asiesintiler. Açılan ilk kapıydı Asi dizisinin bitiminin ardından asiseverlere. Asiseverler’i barındıran ilk çatıydı.2009’dan beri .Kapanan ilk sitemiz de asiesintiler oldu.


Asi bu. Bir de asi esinti üstelik. Esecek artık. Duramayacak yerinde. Belki Hatay ovalarına doğru uçuşacak. Yolun açık olsun ilk göz ağrımız. Benim için hep özel ve apayrı kalacaksın.

Acemi Demirci, 08.02.2012

2 Şubat 2012 Perşembe

Ben bu fıkraları yaşadım


Doğu Karadeniz gezisine çıkmıştık. Bütün bir gece süren yolculuktan sonra sabah Ünye’deydik. Orta Karadeniz’de. Bir gün tutan yolculuğumuzun ardından akşama, ilk konaklama yerimizde, Uzungöl'de olacaktık.

Uzun yolculuğun ardından ilk konaklama yerimiz Uzungöl’de, otobüsten heyecanla indik. Bungalovlarımıza bavulları koyar koymaz akşam yemeği öncesi küçük bir orman gezisine çıkacaktık.

Su tereleri, eğrelti otları, binbir çiçek arasından akan; incecik ibrişimleri andıran dereler boyunca yürüdük. Fotoğraf çekmekten, doğaya doyasıya bakamıyorduk. Şöyle adamakıllı gözlerimizi dikip de seyredemedik bile daha ilkten etrafı. Her çiçeği, dereyi, otu, böceği çekmek istiyorduk. Çünkü her şey resmedilecek kadar güzeldi; olağanüstü güzeldi.

Bize kalsa alıp başımızı kaybolacaktık ormanda. Allahtan rehberimiz bizden daha kontrollü çıktı bu güzellikler karşısında ve akşam yemeğine yetişebilmek için dönmemiz gerektiğini hatırlattı.

Hep gizliden gizliye, hissettirmemek istercesine atıştıran yağmur, dönüşte arttı. Öyle ki yağmurluklarımızdan içeri işledi damlalar.

O kadar ıslanmıştık ki, üstümüzdekilerin ertesi güne kuruması gerektiğini bildiğimizden yemek salonundan önce bungalovumuza uğrayıp, ıslanan üst başımızı asıp kurutmak istedik.

Tek göz oda ve banyodan oluşan bungalovumuzda dolap bakındık. Dolaptan askı alıp, yağmurluklarımız, ıslanan pantolonlarımız ve pamuklu hırkalarımızı asacaktık.

Dolap yoktu odada. Dolayısıyla askı da.

Çam duvarlarda sabit bir askı olur mu diye bakındık. O da yoktu. Etrafa iyice göz gezdirdik. Giysilerimizi asabileceğimiz bir çivi, çengel, askı görebilmek umuduyla. Ne askı ne de askıların yan yana dizilip asıldığı iki ucundan sabitlenmiş askılık göremedik. Üstelik askı olsa bile askıyı asabileceğimiz tek bir çakılı çivi yoktu. Askıyı nereye asacaktık?

Islanan yağmurluklarımız ve üst başımızı, bungalovdaki iki kapı ve bir pencere koluna asıp, yedeklerimizi giyerek danışmaya gittik.

Durumu anlattık. Odada ıslanan giysilerimizi asabileceğimiz bir çivi dahi olmadığından bahsettik. Resepsiyondaki kız, bizi dikkatle dinledikten sonra,

-Tamam, ben size hemen birkaç askı vereyim, dedi.
-Ama askı verseniz bile askıyı asacak bir yer yok ki, dedik.
-Tamam işte, askı vereceğim ya size, giysilerinizi ona asarsınız, dedi.

Eşimle birbirimize baktık, gözlerimiz arsızca gülüyordu. Resepsiyondan çıkar çıkmaz katıla katıla gülmeye başladık. Karadeniz’deydik. O güzel yemyeşil Karadeniz’de. Umulmadık fıkraların içine bizi dalgalarıyla şimdiden çeken Karadeniz'de.

Yemek çok güzel geçti. Kolbastı oyununu izlemeye doyamadık. Kolbastıyı yorulmamacasına oynayanlar, az önce bizim kafile ile birlikte İstanbul'dan iki, Ankara'dan da bir kafileyi canhıraş, deliler gibi koşturarak ağırlayan restoran çalışanlarıydı. O kadar güzel oynadılar ki gerçekten tam bir Karadenizli olmadığıma, yarım Karadenizli olduğuma çok hayıflandım.

Ben ortaokulu Ünye'de okuduğum için yarı Karadenizli dönmüştüm Ankara’ya. Kendimi hep yarı yarıya Karadenizli belledim bu yüzden.

Ankara'da doğmuştum. Ankaralıydım. Annem babam Kapadokyalıydı. Aksaray’dan. Ben de Aksaraylıydım. Ve ortaokuldan sonra da yarı Karadenizliydim. Çünkü çocukluğumun en güzel yıllarında Karadeniz’de, Karadenizli bir çocuk gibi büyümüştüm. Ünye’de. Fındıklıklar başak yapmış, kara kumlu Karadeniz sahilini seyretmiş, girdaplı sularında yüzmüştüm.

Eşim Boşnak olduğu için evlendikten sonra Boşnaklık da bulaştı bana.

Kolbastı oyununu garson kızlar ve genç çocukları iyice yorana, onlar nefes alamaz hale gelene kadar oynattıktan sonra yemekhaneden ayrıldık. Saat yedide kahvaltı vardı. Biz de altıda uyanmak istiyorduk. Resepsiyona bir kez daha uğradık , sabah uyandırılmamızı isteyecektik.

-Oda uyandırma var mı, diye sorduk.

Az önce askı meselesini konuştuğumuz kız resepsiyondan gitmiş yerine daha onyedisinde belki olan bir oğlan gelmişti. Çocuk bize uzunca baktıktan sonra,

-Var, dedi.
-O zaman bizi saat altıda uyandırın, deyip ayrıldık.

Odaya varır varmaz sabah uyanmamızı garantiye almak için telefonun çalışıp çalışmadığını kontrol ettik. Telefon çalışıyordu. İçimiz rahatlamıştı. Oda uyandırma servisinin bizi uyandıracağından emindik.

Sabah kapının şiddetli vuruşuyla uyandık. Eşim fırlayıp kapıyı açtı. Karşımızda, oda uyandırma servisi istediğimiz çocuk vardı.

-Hayırdır, dedi eşim çocuğa.

-Oda uyandırma istemiştiniz ya, dedi oğlan büyük bir ciddiyetle.

Eşim teşekkür edip kapıyı kapattı. Çocuğun uzaklaştığından emin olur olmaz koyverdik kahkahaları. Gülmekten yanaklarımız ağrıdı. Ne güzel başlamıştı sabahımız. Oda uyandırma servisi burada telefonla değil bizzat kapıya kadar gelinerek veriliyordu.

Sabah kahvaltısından sonra bavullarımızı otobüse yükleyip, yaylalara yöneldik. Gezeceğimiz yaylalar vardı. Konaklayacağımız başka başka oteller ve yerler olacaktı.

Otobüsümüzle geçtiğimiz yollardan birinde rehberimiz bize “az sonra Türkiye'nin en bilinen tabelasının önünden geçeceğimizi, bu tabelayı kaçırmamak için tetikte olmamızı” söyledi.

Tabelayı görebilmek için hepimiz camlara yapışmıştık. Ama buna değdi.

“Restoranımız iki yüz elli metre geridedir” yazıyordu tabelada. Tüm otobüs kahkahaya boğuldu.

O gece konakladığımız otelin yangın merdiveni bizi hem güldürdü hem çok düşündürdü. Yangın merdiveni ahşaptı. Yangında yanarken nasıl olup da yangından kaçmak isteyen insanların kaçış yolu olabilecek diye düşündük kara kara. Uyumadan önce dualarımıza otelde yangın çıkmamasını da ekledik.

Sabah kahvaltıdan sonra, bizi yaylalara taşıyacak minibüslere bindik. İlk minibüs dolmuştu. Arkasındakine doğru ilerledik. Minibüsün göğsünde kocaman bir yazı vardı. “Antibiyotik” yazıyordu. Çok ilgimi çekti bu yazı.

Elevit yaylasına çıkarken şoförümüzün köyünden de geçecektik. Hayli yüksekte, dağın başında, yemyeşil, ormanla kaplı, ulaşımın zor olduğu köyün tek ulaşım vasıtasının şu an bizim içinde olduğumuz minibüs olduğunu öğrendik.

Biraz ilerleyip, şoförümüzün çok konuşkan, güleryüzlü, aslında konuşmak için bahaneler aramakta olduğunu görünce, bir cesaret minibüsün üzerinde “neden antibiyotik yazıyor” diye sordum.

Antibiyotik, köylülerinin şoförümüze taktığı admış. Köyün tek ulaşımın aracı olan bu minibüs ile şehre, Rize'ye ya da ilçelere inen şoförümüz, şimdilerdeki adıyla Antibiyotik, köylülerin tüm ihtiyaçlarını karşılayarak eli kolu dolu dolu dönüyormuş köye. Yani köylülerin ne ihtiyaçları varsa bu araç karşılıyormuş. Köylülerin her dertlerine devaymış bu minibüs. Tıpkı antibiyotik gibiymiş köylüler için. O yüzden minibüs de şoförü de antibiyotik diye anılmaya başlanmış uzun zamandır köylülerce. Artık kendi adıyla seslenen biri olsa bile başını çevirip bakmıyormuş şoförümüz Antibiyotik. Bir kez daha gülmekten kırılıp geçtik.

Yaylalardan birinin çevresinde yürürken rehberimiz “bizi öyle bir markete götüreceğini, orada -yok yok- olduğunu” söyledi. Yaylaların alabildiğine uzandığı, inek sürülerinin kah sis altında kalıp kah tek tek ortaya çıktığı, koca Avusor gölünün sisten dolayı gözükmez olduğu bu dağ başında "nasıl olur da yokun yok olduğu bir market bulunur" diye meraka düştük.

Ama vardı. Tepelerden birinin üstünde derme çatma, büyükçe, bakkalımsı bir yer yapılmıştı. Adı “Yok Yok Bakkalı” idi.

Gerçekten de yok yoktu bakkalda. Transistörlü radyodan, eski ve kulpu kopmuş olsa da pazar çantasından, el fenerinden, çizmeden, bahçe eldiveninden, kazmadan, çividen, kibrite, ekmeğe her şey vardı. Bir bakıyorduk örgü ipi, bir bakıyorduk çamaşır ipi ve mandalı vardı. Çok zengin bir marketti gerçekten. Yok yoktu.

Hepimiz bakkalın resmini çekmeye koyulmuştuk. Tam kapının önünde duran yaşlı biri çok ilgimi çekti benim.

Bu yaşlı adam, sanki on sekizinci yüzyıl İngiliz romanlarından çıkmış gibiydi. Belinden dizine kadar bollaşarak inen, dizinden paçasına kadar daralmış ve bacaklarının yanlarında dört beş düğmeyle iliklenen ekose desenli lacivert yeşil kaşe yün kumaştan bir pantolonu, kahverengi fitilli kadifeden ceketi ve başında bizim Macaristan’da satın almaya kalktığımız mantardan yapılma tepesi kavisli bir şapka vardı. Doğu Karadeniz’de, az sonra tazılarıyla tilki avına çıkacakmış gibi görünen, İngiliz tarzı giyimli bir yaşlı adam ile karşılaşmıştık.

Buradaki köylüler böyle giyinmediğinden, farklı giyimli yaşlı adam çok geçmeden turdaki hemen herkesin dikkatini çekti. Turun gençlerinden biri arkadaşlarına yaşlı adamı göstererek “hangi çizgi filmden kaçtığı” hakkında güle şakalaşa tahminde bulunuyordu. Yaşlı adam hışımla döndü ve;

“Ten Ten”, dedi.

Meraklı genç , susakaldı. Bu yaşlı adam, çizgi filmleri de biliyordu.

Genç, özür dilemeye başlarken yaşlı adam gence “okuyup okumadığını” sordu. Çocuk okuyordu. Kolejde.

Yaşlı adam mükemmel bir İngilizce ile çocuğa bir şeyler söyledi. Bu kez de donakaldı çocuk. Yaşlı adam kahkahalara boğuldu.

Konuşmalara tanık olan kafile, yaşlı adamın etrafına doluştu. Sorular ardı ardına geliyordu.

Yaşlı adam ilkokuldan sonra buradaki köyünden çıkmış. Liseye kadar Rize’de okumuş. Sonra İstanbul'a gidip mühendislik okumuş. Mühendis çıkar çıkmaz da köylüsü bir kızla evlenip, Amerika'ya, oradaki akrabalarının yanına gitmiş. Çocukları orada doğmuş büyümüş ve hala oradalarmış. On yıl önce Amerika'dan dönmüş. Oradaki düzenini, işlerini oğullarına bırakıp, yaylalarla kaplı memleketine gelmiş. Dosdoğru köyüne gidip, oraya yerleşmiş. Şimdi Rize'ye bile gitmiyormuş. Varsa yoksa köyü, dağı, tepeleri, gölü, yaylasıymış. İlkokuldan beri buraların özlemini çekmiş hep. Şimdi, bir gün dahi olsa ayrılmak istemiyormuş artık köyünden.

Tur programında olmayan ama hem kısa bir trekking hem de sohbet etmek için geldiği Yok Yok bakkalında iyi ki tur gezisi kapsamında karşımıza çıkan yaşlı Karadenizli’den çok etkilenmiş halde, onu bunca yıl hasretini çektiği yeşil tepelerde bırakırken, Karadeniz'in nasıl da sürprizlerle dolu olduğunu bir kez daha anlayarak ayrıldık Yok Yok bakkalından.

Yok yok bakkalında yok yoktu gerçekten. Nefis bir anı bile edinmiştik bakkalda.

Gezi bitmiş, Şubat ayında taşındığımız, dairelerin yarısının hala satılmamış olduğundan boş kaldığı apartmanımıza dönmüştük.

Biz tatile çıktıktan sonra birkaç daire daha satılmış ve taşınanlar olmuş. Bunlardan birisi de bizim kattaki dairelerden biriydi.

Hafta sonu yeni taşınan komşumuza “Hoşgeldiniz” demek istedim. Yeni komşumuzun bir Karadenizli olduğunu öğrenmiştim, diğer komşulardan. Ben de yarı Karadenizliydim ya zaten. Hemen tanışmak istedim bu yüzden.

Kapılarına vardım. Tüm daire kapılarının üzerinde asılı pirinç levhalarda olduğu gibi onların kapısındaki pirinç levhada da daire numarası yazıyordu: 25.

Pirinç levhanın altına şeffaf bantla tutturulmuş bir kağıt ilişti gözüme. Kağıda tükenmez kalemle bir şeyler çiziktirilmişti. Üzerinde rakamla 25 yazan pirinç levhanın altındaki kağıtta harflerle: “Yirmi beş” yazıyordu. Gülesim geçene kadar zili çalamadım.

Kapadokyalılar da bazen Karadeniz’i aratmayacak güzellikler sunar. Bir keresinde bize de sundular.

Kapadokya, annemin babamın yani benim memleket. Annemle babamın ve onların gidebildiğince anne ve babalarının yaşadığı peri bacalı, güzel atlı diyar. Zaman zaman fırsat buldukça yaptığımız gibi yine bir haftasonu oradaydık.

Ihlara Vadisini gezip, o muhteşem kaya oymalarıyla gözlerimiz şenlendikten; Ihlara Vadisi içindeki ırmağın şırıltısını dinleyip, yelken çiçeğinin sanki kıpkırmızı açmışı gibi gözüken yılan yastıklarının bezediği ıssız mağaraların serinlediğinde soluklandıktan sonra, Hasan Dağı’nın doğal meşe ormanı ile kaplı etekleri boyunca, leyleklerin refakatinde, doyulamaz lezzetteki suyunun ününün alıp başını gittiği Halvadere köyünün pınarı başına gelmiştik. Pınardan su içecek, yanımızdaki boş şişelere de su dolduracaktık.

Geniş bir çayırlık uzanıyordu Hasan Dağı’nın eteklerinden Halvadere köyüne doğru. Dümdüz, yemyeşil. Sarı papatyalarla, kır çiçekleriyle kaplı. Mis kokulu.

Pınara yönelmişken, gözüme alabildiğince uzanan yeşillikte, içinde biri yaşlı bir kadın olmak üzere birkaç kişinin oturduğu küçük bir alanın demir çit ile çevrilmiş olduğu ilişti. Göz alabildiğine uzanan yeşillikte, onca yer varken demir çitle çevrili küçücük bir alanın içinde birkaç kişinin oturuyor olması çok ilgimi çekti. İçmelere kanamadığım ve üstüne daha lezzetli bir suyla hala karşılaşmadığım, şekerden tatlı Halvadere suyunu kana kana içip, demirle çevrili alana yöneldim.

Birkaç oda büyüklüğündeki alanda, çimlerin üzerinde bağdaş kurup oturmuş başı yaşmaklı, çiçekli pazenden şalvarlı, elleri kınalı yaşlı köylü kadına gülümsedim. “Her taraf yemyeşil bir cennet olarak uzanıp giderken neden illa bu dar ve demirle çevrili alanda oturduklarını" sordum.

Yaşlı teyze bana inanamıyormuş gibi hayretle baktı. Sanki ne vardı bunda bilmeyecek de bu soruyu sormuşum gibi.

-N’örecez guzum burada. Park burası. Ondan burada oturuyoruz.

Çevreye baktım. Neredeyse uçsuz bucaksız gibi görünen yeşilliğin köye hayli uzak olan bir yerinde, sırf park diye çitle çevrili alanda oturan teyzeye saygıyla teşekkür edip, tekrar Halvadere suyundan içmeye koyuldum.

Halvadere’nin insanları da tıpkı suyu gibi şeker mi şekerdi.

Acemi Demirci, 04.01.2012



26 Ocak 2012 Perşembe

Bu sabah kuşlar selam verdi, kar beyazından

Bu sabah kuşlar selam verdi, kar beyazından
Lodo snasıl da  ılık ılık esiyor Ocağın bu sabahında. Hep okşar lodos, ılık eliyle. Değişi, tatlıdır. Ama çarpar. Çarpması vurgundur, vurucudur.
Her sabah inilen yokuşta işte yine Ayşe. Hatırlı bir yokuş. Bir kilometre bile değil belki ama dik mi dik. Dik açıya arkadaş bir açıda meyilli.
Şehrin göbeğinde olmamak, şehrin yuttuğu hatta çoktan hazmettiği çok şeye yakınlık demek. Herkes o yüzden şehrim göbeğinde olmayan bu yana kayıyor. Yok yok, kaçıyor. Nefes alabilmek için. “Koca bir otoparkta yaşıyorum” hissini artık tatmamak için.
Bura kuşlarını belledi o, çoktan. Zaten Ayşe'nin ilk işidir kuşlara bakmak gittiği her yerde. En önce hüthüt kuşunu görmek ister. Sevginin sembolüdür ibibik ya da çavuşkuşu da dedikleri hüt hüt. Bir kere görmüştü çok evvelce. Evlenmeden hemen önce.
Beş dakika hadi en fazla yedi dakikasını alır yokuş. O, en fazla yedi dakika içinde bazen yedi harika görüntü ile karşılaştığı olur. Aslında herkes karşılaşır da onlar görmez; çünkü baktıkları başka şeyler, kuş, böcek, çiçek değil.
Bu sabah da daha yokuşun başına gelmeden belliydi harikalarla dolu bir gün olacağı. Alice bile bu sabah burada olmak isterdi; kıskanırdı belki buradaki harikaları.
Gök başlı, ince yapılı kerkenezin sesini duydu ilk. Arka balkondan hep izlediği, renklerine vurgun olduğu kerkenezi. Yukardan,  kii kii diye geliyordu ötüşü. Kerkenezin ötüşünü duyar duymaz başını kaldırdı  Ayşe.  Arka tepelerin, çatıların gök başlı konuğuna baktı. Hemen gördü gök başlı kerkenezi.
Böyle güzel bir mavimsi gri ya da grimsi mavi olur mu? Pastel renkli. Çekingen bir masmavi; griye çalan. Göklere nispet. Yetmemiş, o mavili gri akmış  kanatlara; boydan boya mavimtrak bir griye boyamış kanat kenarlarını da. Kanatların geri kalanı, kerkenezin  sırtı gibi paslı kahve. Bir de süslü sırtı, bir de süslü. İri koyu benekler düşmüş kerkenezin sırtına, payet niyetine. Pek alımlı bu kerkenez. Erkek galiba. Başı mavimsi olanlar erkek olurmuş.
Kii kii diye öttü yine kerkenez. O da öğrenmişti sabahları “günaydın” demeyi. belli ki. Alıştırmış demek Ayşe,  kuşları da selamlaşmaya. Yeter ki sevilsinler kuşlar. Anlıyorlar ve seviniyorlar sevildiklerine.
Gök başlı kerkenez, bir zaman dolandı yukarda. Yüksek blokların çatılarına doğru uçtu. Sesi gelmedi sonra. Konmuş olmalı. Sanki bir arkadaşına gülermiş gibi gülümseyerek izledi Ayşe,  kerkenezi. Nasıl da bir ses, bir renk, bir hareket katıyor karlı, beyaz renkli  bu güne. Çiçekler, yerin renkleri; kuşlar da göğün.
Servis beklediği yer vıcık vıcık olmuştu tuzla karışıp erimiş, çamur rengini almış kardan. Karşıdaki serpme evlere takıldı gözleri. Müstakil evlerde yaşamayı sevenlerin üç katlı evleri, tek tek çoğalıyordu eski tarlaların üzerinde. Yeşile, pembeye, beyaza, bordoya boyanmıştı evler. Çoğunun bahçesinde köpek vardı bekçi niyetine. Havlamaları, yüzlerce metre öteden duyuluyordu. Ürkütücüydü.
Koskoca Eskişehir Yolu’nun orta refüjünde dizilmiş, eğilir gibi zarifçe öne doğru meyletmiş yüksek elektrik direklerinin üzerinde uçan ince yapılı kuş, tombul karınlı bir güvercin değildi. Minicik serçeler de değildi. Gök başlı kerkenez, uçup gelmişti demek ki çatıdan.
Kerkenez, bir müddet karşıdaki ekilmesine az kalmış tarlaya bakındı. Tarladaki boyvermiş otlar, tarla kenarlarındaki dikenler hayli sık ve boyluydu. Yirmi santimi geçen kar, yola atılan ve araçlarca etrafa sıçratılan tuzun da yardımıyla erimeye başlamış, yer yer kara lekeler halinde toprak gözükür olmuştu. Kerkenez, avcı kuşlara has  dikkatle kolluyordu karşıları.
Öne eğik elektrik direğinden kalktı, karla kaplı boş tarlanın üzerinde döne döne uçtu.
Durağında bekleyen Ayşe, bu gösteriyi sabahın güzelliğine yordu. Belgesel izlemekten daha gerçekti gördükleri. Birebir gözünün önündeydi kerkenez ve kerkenezin uçuş oyunları.
Kerkenez, havada asılıymışçasına durdu. Kanatlarını çırpıyor; ama uçmuyordu. Sabitçe kalakalmıştı havada, durur gibi.Asılı durduğu yerden yeri kolaçan ederken avlanacak bir şey görmemiş olmalı ki  başka bir yana uçtu. Biraz daha ileriye. Orada da asılı kaldı bir müddet.
Bu asılı kalmalar, biraz daha ileriye, daha ileriye doğru adeta her karışı santim santim tararcasına; gözden geçire geçire devam ederken Ayşe’nin servisi geldi. Ayşe, havada asılı kerkenezi bırakıp servise bindi.
Uzunca bir yol kat ediyorlardı servisle. Normal havalarda kırk beş dakika, kışın buzda üç saatte eve geldikleri olmuştu.
Konutkent bembeyazdı. Siteleri kaplayan doğu ladinlerinin dalları, kaç gecedir yağan karla yüklendiğinden daha da eğilmişti. Yatık yatıktı.
Kocaman bahçelerdeki yeniyıl çalılarının kırmızı yemişleri, çalıyı kaplayan karların içinde kırmızı boncuklar gibi seçiliyordu.
Yaprakları tamamiyle dökülmüş kızılcıkların yerden yanlara doğru eğim yaparak yükselen kızılımsı, bordomsu hoş renkli dalları, bembeyaz karların üzerinde,  beyaz bir vazodan fışkırmış dallar kadar neşeliydi.
Konutkent’teki parkın köşesinde bir adam gördü servisten biri. “Avcı” diye haykırdı.
Ayşe, tüm dikkatini pencereden dışarıya yöneltti. Avcı kıyafetlerini giymiş, şapkalı bir adam, tüfeğini sırtına vurmuştu. Yanında büyücek bir çanta vardı. Belli ki erzakı, av malzemeleri ve küçük ocağı içindeydi. Koyu kahverengi renkli dişi av köpeğinin tasmasını kavramıştı birazdan tetiğe basacak eliyle. Hayvan sabırsızlanıyordu av için. Avcı, av köpeğini güçlükle zapt ediyordu. Ayşe, avdan hiç haz etmezdi.  Çok değil üç beş saat içinde patlayacak tüfeğin saçmalarının hangi kanatları kıracağı, hangi kınalı boyunları kana bulayacağını düşünmeye katlanamadı.
Çevre yoluna çıktıklarında, yolun iki yanı kardan kuşak takmışçasına bembeyaz uzanıp gidiyordu. Sanki kar erimiş de, arada bir  kara renkli toprak görünüyormuş gibi  duran kara  lekelere dikkatle bakınca karda yem bulamayan küçük bir keklik sürüsünün  yola yakın yerlere yemlenmeye geldiklerini anladı Ayşe. Yedi keklik sayabildi servis geçip giderken, göz açıp kapayana kadar.  Keklikleri geçmişlerdi ki takkeli corruk da denilen toygarları gördü. Onlar zaten yol kenarlarını çok severdi. Hep yol kenarına iner, yolda yürürlerdi başlarında dikçe tüylerden  hotozları olan, serçeden hallice takkeli corruklar. Birkaç adım atar, dururlardı. Sonra sanki dans edermişçesine yeniden yürürlerdi; hızlı hatta telaşlı.
Biraz ilerde daha kalabalık bir keklik sürüsü görülüyordu. Karın üstünde, yola yakın.  Erimiş karlardan gözüken toprağı eşeliyorlardı. Az ilerde, bir çamın dibinden bir keklik yola dik hafif bayırı inmek istermiş gibi bir adım attıysa da ürktü. Çamın dallarının korunağından ayrılamadı. Koca ağaçlandırma alanında atmacaların, şahinlerin  olduğunu da biliyordu Ayşe. Ondan başka gören olmazdı şahinleri. Yaprakları kurumuş, çıplak dalların üzerine konduklarında, hala düşmemiş iri yaprakları ya da yan yana dizili, uzun fasulyemsi ağaç tohumlarını andırırlardı.
Arkası dönük olarak konduğu bir ağacın tepesinden, ağaçlandırılmış geniş alanı süzüyordu atmaca O da bu sabah av peşindeydi. Ankara’yı kaplayan kar, aç bırakmıştı besbelli kerkenezi, keklikleri, takkeli corrukları ve atmacayı.
Senelerce şehrin hep göbeğinde, en civcivli yerlerinde yaşadıktan sonra şimdilerde tabiatı, huzuru, sakinliği ve düzeni sevenlerce bir kaçış yeri olarak bellenmiş semtlerine geldiklerinden beri karı, baharı, ağaçları, ağaçların konukları kuşları  kayalarda, çeşit çeşit ağaçlarda, tarlalarda görüyordu. Hep istediği dekorun içindeydi. Doğal temalı. Bayır çiçekleri kokulu. Gökyüzünde kanat çırpan çeşit çeşit kuş sesinden şarkılı.
Aç kuşlar, Ayşe’ye avcıyı hatırlattı. Bu sabah, iki cins avcı görmüştü Ayşe. Kerkenez ve atmaca bir de Konutkent’teki parkın köşesinde kendisini almaya gelecek avcı grubunu bekleyen tüfeğini kuşanmış avcı. Kerkenez de atmaca da  tabiatları gereği avlanıyorlardı. Doğanın dengesiydi hem onların avcılığı. Ama avcı, keyfi için avlanıyordu.
O avcı şimdi yolda olmalıydı. Çubuk taraflarına mı, Nallıhan taraflarına mı gidecekti acaba av için. Belki de Polatlı’ya doğru giderdi. Hoş şimdilerde evler tarlaların içlerine yapıldığı için dağlar da düzlükler de çok uzak değildi.
Yem bulabilmek için yola çıkmayı bile göze alacak kadar aç keklikler, kaçabilecek miydi acaba avcının fişeklerinden? Ya takkeli corruklar? Kaç kekliğin kınalı boynu kana bulanacaktı? Akşam yemeği olarak masaya konacaktı.
Kuşları görmek ne güzeldi ama kuşların kanlı boyunlarını düşünmek nasıl da iç acıtıyordu. Bembeyaz gün, kuşların kanıyla kızıla çalacaktı avcının gittiği yerlerde. Av, en çok deliceye, şahine, atmacaya, kerkeneze yakışıyordu.
Acemi Demirci, 26.01.2012

18 Ocak 2012 Çarşamba

Bozbulanık pustan düşen benekler: Kar


Kurmalı, eski tip mavi saat, sabahın altısında çaldı. Çocukluğunda uzunca kaldığı Aksaray’da, dedesinin evindeki ağır, gümüşi renkli o eskilerin saatine çok benzediği için Çeşme Pazarı’nda görür görmez almıştı mavi saati. O günden beri de o saatle uyanıyordu. Çocukluğundaki gibi.

Hava hala ağarmamış oluyordu saat altıda; Ocak ayının ortasında; Ankara’da. Ağardığı da yoktu ya aslında gün boyu, adamakıllı. Sis, pus kaplamıştı her yanı. Kış demek artık pus anlamlı olmuştu Ankara’da. Günlerce bekledikleri kar, sonunda öyle bir yağmıştı ki ortalık buz kesmişti.

Düz yerlerde oturmamıştı hiç olgit. Hep yokuşlu yerlerde olmuştu evleri. İnmiş ve çıkmıştı yokuşları yaz sıcağında; kış ayazında, buzunda. Hayat gibi.

Yokuşlar değişmişti; ama yokuşlu hayat değişmemişti. Yine dik bir yokuşun başında oturuyorlardı. Eskiden tavşanların gezdiği, tilkilerin yuva yaptığı boz bir tepenin yerinde şimdi beton bloktan bir tepe görünümündeki yeni evleri yükseliyordu.

Arkalarında kalan bir üniversitenin yerleşkesinin ormanına baktı, tülü aralayıp. Mazılar, ardıçlar, karaçamlar, kavaklar, at kestaneleri, iğdeler ile kaplıydı arkadaki tepe silsilesi. Mazıların çoğu kurak geçen yaza ve sonbahara dayanamamış, kurumuştu. İki yıl önce taşındıklarında yemyeşil olan mazılar, kahverengiye dönüşmüştü. Kar, yalnızca yemyeşil ibreli çamlarla kucaklaştığında beyaz neşesine bürünür. Yeşilin üzerinde bir başka edayla uzanır kar yığınları. Kuruyup kahverengiye dönmüş mazıları kaplayan karlar, sanki ağaçlarda değil de topraktaymış hissi veriyordu oysa. Kuru ardıçların, mazıların üstünü örterken beyaz bir kederi andırıyordu. Can vermekte gecikmiş olduğundan kederliydi; kurumuş ağaçların üstündeki kar.

Önceleri hayli sık dikilmiş olduklarından ot mu, çalı mı, fide mi ikilemine düşüren körpe çam fidanları epeyce boylanmıştı şimdilerde. Şamdan kolları gibi havaya uzanmış dalları, bariz şekilde seçilebiliyordu. Bembeyaz krema sürülmüş kocaman bir pastayı andıran tepeye dikilmiş körpe karaçam fidanlarının doğumgünü pastalarının üstündeki kıvılcımlar saçan mumları andıran dalları, yaramaz çocukların elleri gibi havaya kalkmıştı.

Tozuyan, uçuşan karlara daha bir dikkat kesildi, pencereden tepelere bakan Ayşe. Uyku sersemliğiyle kar yağıyor sanıp sanmadığından emin olmak istedi. Bu kadar soğukta kar yağmaz diye bilirdi çünkü. Akşam saat sekizde internetten hava durumuna baktıklarında, bu civarda hava sıcaklığı eksi sekiz buçuktu. Bu, kuru ayaz demekti. Sabaha kar görmeyi beklemiyordu hiç o yüzden.

Kar, yağıyordu ama. Lapa lapa yağıyordu. Tadını çıkara çıkara düşüyordu taneler, usul ve nazlı. Sanki susuzluktan erimiş barajları suya kandırmak; yazın sıcağında kavrulmuş mazıların, kurumuş ağaçların gönlünü almak; bahara kadar sarmalanacağı örtüsünden mahrum kalmak istemeyen toprağı sarıp sarmalamak istercesine. Bembeyaz sakin haliyle uzandığı çam dallarında, toprağın üzerinde bahar güneşinde eriyene kadar sessizce uyumak istermişçesine. Müjde müjde iniyordu salınarak, nazlı kar taneleri.

Yan sitenin kendilerine bakan bloğunun bacasından tüttüre tüttüre çıkan bulutlar gibi kabarık duman, rüzgarla savruldu; pencerelerinin önünden akıp gitti. “Sis Dağları’nın bulutları mı yürüyor acaba” diye düşünse de ne Karadeniz yaylalarındaydı şu an ne de Sis Dağları'nı sise bürüyen bulutlar geçiyordu pencerelerinin önünden. Komşu bloğun bacasından çıkan isli duman, pencerenin camını yalayarak, kıvrıla kıvrıla geçip gitti.

Önce küçücük taneler halinde atıştıran kar, çok geçmeden irileşti. Sonra savrula savrula, uçuşa uçuşa, döne döne yağmaya başladı, sanki kendince dans edermiş gibi. Masal kitaplarında çizili koca kar taneleri gibi tozutuyordu bulanık havada.

Az sonra ineceği yokuş kadar hatırlı apartman rampasının, yağan karın donmasıyla akşama ne hal alacağını düşünerek çağırdı asansörü. Yolun, gecenin ayazında kağıt gibi incecik, siyah buz tutacağından korkuyordu. Buzdan hep korkmuştu zaten. Ama buza hayrandı da. Gizli suydu buz. Derli toplu, ortada gözükmese de oralarda bir yerlerde saklı, ıssızlarda su demekti buzlar. Su da, hayat demekti. Ağaçların kurumaması demekti. Kuşların kanatlarını ıslata ıslata serinlemesi denekti yazın.

Zaten kalabalık olmayan ve sırf bu yüzden burada yaşamaya karar verdikleri caddelerinde, belediye otobüsünden başka araç yoktu görünen neredeyse. Bir de tek tük geçen servis araçları.

Zorlu yokuş, baharda ne kadar farklı olurdu oysa. Yarım kilometrelik yokuşu kaplayan geniş ve kısa cadde boyunca ne hayatlar fışkırırdı yol kenarında, Ankara baharında. Taptaze, coşkulu, kokulu. Ankara'nın Ankaralılarca bile bilinmedik gizli renklerini, gizli renklerin cümbüşünü sunarak.

Önce gelincikler patlardı tek tek. Kara göbekleriyle gülümserdi gelincikler her bahar, erkenden. Arsızından kırmızılar takıştırırlardı, simsiyah göbeklerinin etrafına. Uzanıp giden durgun beyazın erimesinin ardından kırmızının canlılığı, arsızlığı alabildiğine yayılırdı etrafa. Rüzgarda oynaşmayı pek severdi gelincikler. Narince bir o yana bir bu yana yatar dururlardı yelin önünde, rüzgarın şarkısından mest olmuşcasına. Yelin en iyi dostuydu onlar.

Alim düğmeleri, papatyalar, capcanlı sarı çiçekleriyle turp tepeleri, mor çiçekli küçük dikenler, deve dikenleri tek tek açardı baharda sırasıyla. Hepsi aynı anda açmazdı. Önce gelinciklerle başlardı çiçeklenmeye etraf. Sonra diğerleri açardı tek tek. Çoğu, solmadan önce bir diğerinin açtığını da görür, arkadaşlık ederlerdi farklı renkleriyle. Kır çiçeğiyken tek başlarına, kır çiçekleri olurlardı birlikte.

Zambakların, yabani lalelerin Ankara’da da, hem de nasıl gülümsediğini buraya taşındıktan sonra anlamıştı Ayşe. Beyaz, narin, ince yapraklı zambaklar, eflatun zambaklar, öbek öbek açmış iri pembe çiçekler kaplıyordu Mayısla birlikte ortalığı. Rüzgar çıkınca da onca renkteki onca çiçek salınır; salınmalar kokuya dönerdi, burcu ıtırlarla dolu. Mis kokular taşırdı rüzgar tepelerden, yol kenarlarından evlere, yokuşu inenlere, baharda.

Her yer yemyeşil çimle kaplanırdı Nisanla birlikte. Göz alabildiğine yeşil olurdu tepeler Mayıs bitmeden. Baharın ilk çığlığıdır yeşil çimler.

Koca öbekler halindeki çalımsı beyaz çiçekler, demet demet çöreklenmiş dururdu yeşil çimenlerin üzerinde.Temmuzla birlikte ne var ne yoksa solardı, sararırdı. Kocaman demetler halindeki beyaz çiçeklerin çalıyı andıran sapları kalırdı tek. Çıplak ve kederli.

Yüzüne düşen iri bir kar tanesi, Ayşe’yi çekip aldı bahara dalıp gittiği düşüncelerinden. Yokuşu inen bir belediye otobüsü az ilerisinde durdu. Belli ki kaymaktan korkmuştu.

Yerdeki karın tek tek bulgurlandığını fark etti Ayşe. Beyaz satenin üzerine minik inciler işlenmiş gibiydi bulgurlanmış kar yığını. Eriyiverecek kadar narin, donduracak kadar soğuk incilere baktı bir müddet.

Otobüs uzaklaştıktan sonra yola konan bir serçeye ilişti gözü. Serçecik ona bakıyordu. Belli ki çantasında simit, ekmek ne varsa kendisine atmasını bekliyordu. Yanına biraz buğday ya da bulgur almayı akıl edemediğine hayıflandı Ayşe. Yarın, kesinlikle serçeye istediğini verecek, ona bir kahvaltı sunacaktı. Serçe, biraz daha bakındıktan sonra uçtu. Çok havalanamadı; yolun kenarındaki kuru bir devedikenine kondu.

Saksağanların elektrik direğindeki yuvası boştu. Bu mevsimde yavruları da olmazdı zaten. Onca saksağan neredeydi bugün, görünmüyorlardı.

Yokuş boyunca uzanan ve henüz tam bitmemiş villaların çevresini kuşatan çite doğru kaydı gözleri. Başları belli bir açı ile öne eğilmiş betondan direkler, bir kaç sıra dikenli telle çevrelenmişti. Upuzun kuyruklarını arkaya sarkıtarak beton direklere konmuş saksağanları gördü ilk. Serçeler de dikenli tellere konmuş, kondukları yerde her biri büzülmüştü, başlarını içe çekip. Sesleri çıkmıyordu. Saksağanların da o her zamanki kavgacı, hırçın, saldırgan hallerinden eser yoktu. Yağan karın altında sinmiş kalmışlardı, çitin üzerine. Soğuk onların da içine işlemişti besbelli.

Oysa beyaz şeritlerle süslü lacivertli, yeşilli, en cevvalinden renkli tüyleriyle saksağanlar, her ağacın dalına konup konup kalkar, yerlerinde durmazlardı yazın. Serçelerin, güvercinlerin yuvalarını darmadağın eder; yavrularını kan revan içinde bırakıp, kendilerine ziyafet çekerlerdi. Vakur delicelere, atmacalara bile baş tutarlardı korkusuzca, yaz sıcağında. Atmacaları yuvalarının etrafında istemezler, kayalara konan atmacaların etrafını kuşatır, kuyruğundan çekiştirir; sonunda da kaçırtırlardı. Havaların soğuk olmadığı günlerdeki o haşin tavırlı, siyah, güçlü gagalı saksağanlar, uçamıyordu bile puslu, soğuk, karlı bu kış sabahında.

Yol kenarında, muhtemelen geceleyin başıboş köpeklerce taşınmış çöp poşetlerinin etrafında birkaç saksağan tembelce duruyordu. Başka zamanlarda poşetleri gagalayıp, didikleye didikleye yiyecek arayan saksağanlar, poşete gagalarını vuracak kadar bile güç bulamıyorlardı anlaşılan bu sabah.

Yolun karşısındaki otobüs durağında her sabah otobüs bekleyen öğrenci kızlar, bu sabah ilk kez bere giymişlerdi. Yol, çok geniş olsa da kolayca seçilebilen ellerinin siyah görüntüsünden yün ya da deriden eldiven giydikleri apaçık fark ediliyordu. “Soğuğa yiğitlik olmaz” deyişinin hem de nasıl anlaşıldığı sabahtı bu sabah.

Herkesin evinde oturup pencereden yağan karı seyretmeyi, rahat koltuğunda oturmuş televizyon izlerken kahvesini, çayını içip keyif yapmayı isteyeceği bu günde yine okula gidenler, işe gidenler yoldaydı. Ev keyfi denilince hep böyle günlerde evde olmak gelirdi aklına. Şehrin tam göbeğinde oturdukları onca yıl boyunca sabahları gördüğü perdeleri açık pencerelerinin kenarına iliştirdikleri koltuklarına oturup, bir yandan gazetelerini okurken bir yandan da burunlarının ucuna indirdikleri gözlüklerinin üstünden ara sıra gözlerini caddeye dikip, sabahın koşuşturmacasına umursuzca bakan emekliler geldi aklına. “İyi ki vaktinde emekli olmuşlar; bu zamana kalsalardı asla olamazlardı” diye düşündü.

Kar, tipiye dönmüştü sanki. Kırmızı başlıklı kız öyküsünü hatırlatan kırmızı beresinin kulaklıklarını daha bir çekiştirdi. Atkısını daha bir sarındı. Eldivenlerini gocuğunun bileklerinin içine tıkıştırdı. Soğuk havanın işleyeceği bir açıklık kalmayınca bilekleri üşümedi.

Her sabah o yokuşu inen iki üç kişi, yokuşun başında göründü. Birkaç gün evvel yağan ve buza çeken karlar, temizlenmişti. Yağan kar da henüz tutmamıştı, olsa olsa akşama buz tutacaktı yokuş; ama yokuşu inenler, her ihtimali düşünüp yolun tam ortasından yürüyorlardı. Ara sıra da arkalarına bakıp yokuşu inen bir araç var mı diyebakınıyorlar ya da tepelerdeki köpek sürülerinin yakınlarında olup olmadığını kolaçan ediyorlardı.

Köpeklerin ayak izleri hala duruyordu karlarda. Arkadaki üniversitenin kampüsünde geceleri sürüler halinde gezinen köpekler, yiyecek bulabilmek için buralara inmişti demek. Köpek ayak izlerinin yanında, ince ve uzun izler de vardı. Kuş izleri.

Yağmurlu, bulutlu, gökyüzünün kurşuniye çaldığı günlerde güvercin sürülerinin hep batıya, Eskişehir yönüne uçtuklarını görürdü. Bugün tek bir güvercin dahi yoktu uçan. Bloklara doğru baktı. Damlarda tüneyen güvercinleri seçebilmek umuduyla. Karla kaplı bembeyaz damlarda gri benekler gibi duran tek bir güvercin bile gözükmüyordu. Damların kovuklarına, saçaklara, balkon çıkmalarının gizlediği borulara tünemiş olmalıydılar.

Yolun karşısındaki durakta bir hareketlenme gördü. Bir araba flaşörlerini yakmış duruyordu duraktan az ilerde. Bir genç kız, duraktaki koltuğa çantasını koymuş, içini karıştırıyordu. Bilet çıkaracaktı belli ki cüzdanından.

Araba geri geri gelip, kızın önünde durdu. Kız aradığını bulmuş, çantasını koluna takmış, dimdik duruyordu. Kollarını göğsünde kavuşturmuş halde. Arabaya bakar gibiydi. Eliyle arabaya işaretler yaptı. Tam o anda sürücü tarafındaki kapı hışımla açıldı. Bir genç, hızla indi. Kızı arabaya çağırdı. Kız, eliyle işaret yaparak gence gitmesini anlatıyordu sanki. Genç, kıza doğru ilerledi. Kızın elinden tutup çekiştirdi. Anlaşılan kızın her sabah bindiği arabaydı bu araba. Belli ki erkek arkadaşıyla kavga etmiş, aralarında bir tatsızlık olduğundan bu sabah binmek istememişti. Oğlan, kızı arabaya bindirip bir de kendilerini gördüğünden emin olduğu Ayşe’ye göz attıktan sonra gaza basıp, acı lastik sesleri çıkararak uzaklaştı; geceden tuzlanmış yolda. Kar, arabanın arkasından uçuşa uçuşa yağmaya devam ediyordu.

Ayşe, başını kaldırıp, yere inmiş gibi gözüken göğe baktı. Kar taneleri yüzüne yüzüne düşüyordu. Tam bu sırada bir arabanın sesini duydu. Yanıbaşında durmuştu araba.Servisi gelmişti. Kapı yavaş yavaş açıldı. Servisine bindi. Şöfor her sabah olduğu gibi yine radyoyu açmıştı; kulağına şarkının sözleri çalındı

“Her yerde kar var… ”

Acemi Demirci, 18.01.2012