31 Ağustos 2010 Salı

Benliğimizin imzası: Uslup

Ne ince sanattır uslup.. Hani daha çok yazım alanında kullanılan bir sözcüktür sadece oysa. Bir niteleme. Belirleme.

Hani yazarlar altına isimlerini eklemeseler de bir yazıyı okurken anlatımdan, betimlemelerden, seçilen sözcüklerden, satırların renginden, yazarı anında tanıyıverdiğimiz tarz.

Her şeyde bir uslup vardır inceden ya da kaba saba.Sadece yazarların uslubu olmaz elbette.

Sadece edebiyat ve edebiyatçılar için kullanılan bir sözcük değil uslup ..
Ama her alanda da kullanılmaz bu kelime. Futbolcular için uslubu var denmez. Onların oyun tarzları vardır.

Uslup, ayak sesleridir bir benliğin. Dışavurumu, soyut niteliklerin somuta dönüşmüşüdür. Hani benliğimizin imzası olan. Hani içimizde olup da görülmeyen kavramları somutlaştıran, korkularımızın, öfkelerimizin, yalnızlıklarımızın, acemiliklerimizin, saflıklarımızın bir anlatım ile karşıdakilere yansıyıp, bizi betimleyen renk tonumuz vardır ya, onun adı usluptur..İçimizin alası, yüreğimizin karası, alnımızın akının rengidir.

Ah şu uslup dedikleri.. Ne yaman bir göstergedir. Kimileyin çarpıcı, kimileyin yıldırıcı.

Söylediklerimiz ne kadar doğru olsa da, söyleyiş biçimimiz doğru olmazsa yani uslubumuz yanlışsa, söylediklerimizin bir hükmü belki de hiç olmaz.
Leb demeden leblebiyi anlayanların, fırtına kopmadan fırtınanın kokusunu duyabilenlerin, her şeyden önce tedbirli olmayı benimseyenlerin, duygularını kontrol edenlerin, hissi davranmayanların, dolduruşa gelmeyenlerin, akla ilk gelene takılıp kalmayanların ve görünenin göründüğü gibi olduğuna iyice emin olmadan inanmayanların uslubu ile tamamiyle tersini yapanların uslubu, davranış biçimleri birbirinden çok uzaktır.

Bir evi döşeme, başlı başına bir usluptur.

Evler farklı farklı döşenir. Çeşit çeşit yorumlar katılır tek bir odaya değişik döşeyiciler eliyle. Aynı oda, üst üste her seferinde ayrı bir elden döşenseydi ve bozulup yeniden döşenseydi, her farklı elden çıkışta başka bir kişiliğe bürünür, bambaşka bir yer olurdu.

Bambaşkalık aslında bambaşka usluplardır, tarzlardır.

Apayrı bir dünyayı yansıtır her seferinde her bir elden çıkan sadece tek ve aynı oda. Aynı pencereler aynı gülmezdi, kimileyin çiçeklerle neşelenir, kimileyin koyu renkli ağır kumaştan perdeler ile sarmalanırdı. Duvarlar iç de açardı, ruhu da boğardı. Tabiat içeriye de taşınabilirdi, kasvet alabildiğine hüküm de sürebilirdi uslup ve iç dünyanın elele vermesiyle aynı odanın farklı ellerden çıktığı anlarda.
Kimi geometrik şekillerin hakim olduğu mobilyaları seçer evini dayayıp döşerken, kimi minimalisttir. Kimi otantik eşyalara bezer o aynı odayı, kimi antikalarla döşer. Bir de kır ve çiftlik evlerini yansıtan tarzlar vardır ki bakmalara doyum olmaz. Kareli ve çiçekli kumaşlardan döşemeler, perdeler, minderler, sepetler, pencerelerde rustikler, ahşabın sıcaklığı yumuşak, tatlı ve naif bir havanın hakim olduğu bir ortam oluşturur aynı odada.

Hayatımızı en etkileyen uslup, kuşkusuz kendi uslubumuzdur. Nasıl anlattığımız, neyi ne kadar anlattığımız, nasıl anladığımızdır uslubumuzun iskeleti.
İletişimi doğrudan etkiliyor uslubumuz. Bizi anlaşılır da yapabiliyor çekilmez de.
Söylenilenler yetersiz, yanlış, olgun olmasa da uslup onu çekici, dinlenilir yapabilir.

Doğru şeyleri yanlış uslupla söylediğimiz için doğru sonuç almadığımız, doğru anlaşılmadığımız mutlaka olmuştur. Eğer bu hep oluyorsa, doğruyu söylesek de uslubumuz yanlışsa, epeyce şanssızız demektir. Doğruyu, doğru biçimde söylemiyoruz anlamındadır bu.

Anlatılanı ustaca, usturubuyla allayıp pullamak, şirinlikler yapmak, en stresli ortamda gülünebilir bir şeyler söyleyebilmek cesaretini göstermek, yerinde ve sıcak tebessümler ile ortamı gevşetip ısıtmak, ille de dinlemek, dinlediklerinden karşıdakilerin beklentilerini belirleyip ona göre bir anlatım yolu bulmak, geçerli ve yapıcı bir uslup oluyor çoğu kez.

Doğru usluba sahipsek, doğruyu yanlış uslupla anlatandan çok daha başarılı oluyoruz. Elde etmek istediklerimize yorulmadan ulaşıyor, onca çaba harcamadan, helak olmadan kolayca işlerin altından kalkıyoruz.

Şimdilerde duygusal zekaca üstün gibi nitelemelere sahip olan bu tür kişiler, öteden beri elbette bu özellikleriyle fark edilen insanlar olagelmişler.
“Bir işi kırk kişi yapamaz ama o yapar” gibi, “deliksiz kabağa girer” gibi, “yılanı deliğinden çıkarır “ gibi tanımlamalarla vurgulanmış, doğru usluba sahip insanların özellikleri..

Yani eskilerin onları tanımlamasıyla “allem edip kallem edip” işi kıvamına getirenlerdir doğru uslup sahipleri. Doğru söyleseler de yanlış usluba sahip olanlar ise, başlarına iş de açabilirler, bir çuval inciri de berbat edebilirler ya da kötü duruma dahi düşebilirler. Neyi, nasıl, ne zaman söyleyeceğini bilmek, doğru uslubun şaşmaz şartlarından olmuştur hep.

Doğru usluba sahip olmayan bir kişi ne kadar didinse, çırpına çırpına uğraşsa da bir konuyu istenilen tava kolay kolay getiremez, yola koyamazken, doğru usluba sahip yani yolu yordamınca, karşıdakinin içini okuyarak konuya el atan kişi, öyle uzun uzadıya uğraşmadan, tereyağından kıl çekercesine güle oynaya işleri halleder.
Doğru uslup, belki geliştirilebilen bir özellik olsa bile bu niteliğe doğuştan sahip insanlara yetişmek pek mümkün gibi gözükmüyor.

Doğarken farklı yeteneklerle, özelliklerle, sağlık şartlarıyla doğuyoruz.
Taş devrinde doğanlarda kuşkusuz usluptan çok, bambaşka nitelikler değerliydi, öncelikliydi.

İletişim mutlaka bu kadar önde ve öncelikli değildi o zamanlar. Onlar ne edebiyatçı olmak için uğraşacaklardı önce barınma ve doyma varken ne de onca yorgunluktan sonra uzun uzun sohbet edebilecek zamanları bunca yorgunluğun ardından uyku çekip, dinlenmek ve dışarıdan gelebilecek tehlikelere karşı tetikte olmak, yırtıcı hayvan seslerine uykuda bile duyarlı olmak varken. O günkü şatlara dayanabilecek, avlanabilecek, tehlikeleri bertaraf edebilecek, barınmayı sağlayabilecek kadar kuvvetli bir fizik yapı ve hava durumunu, avlanma şartlarını ve tarihlerini kavrayabilecek, takip edebilecek bir zeka, o çağda en geçerli nitelikler olmalı. Hayatta kalmayı, zorlukların üstesinden gelmeyi sağlayacak bedensel güç ve anlak, o zamanın en gözde değerleriydi kesinlikle. Uslup diye bir konu henüz keşfedilmemiş olmalıydı. Olsa olsa avlanmada uslup olabilirdi taş devrinde.

Karanlık dönemlerde itaat, en büyük erdemken iletişim, uslup üzerine konuşma pek mümkün olamamıştır herhalde. Beklenen tek uslubun boyun eğip, itaat etmek ve razı olmak tavırlarından oluştuğu geçmiş çağlarda.

Nasıl bugün uslup gözde niteliklerden biriyse, her çağın kendine göre önde tutulan nitelikleri varmış. Hatta peygamberlerin gösterdikleri mucizelerin de kendi çağlarında geçerli olan gözde niteliklere uygun olduğu bilinir.
Hz. Musa zamanında büyü, sihir konuları rağbetteymiş. O yüzden Hz. Musa'nın asası yılan olarak diğer yılanları yutmuş.

Hz. İsa zamanında tıp çok rağbetteymiş. Hz. İsa ölüyü dirilterek o çağda en çok ilgi gören alanda mucizesini göstermiş.

Peygamberimiz Hz. Muhammed zamanında edebiyat öndeymiş ve Kur'an'ı Kerim şiirsel bir dille inmiş, diğer mucizelerinin yanı sıra..

Okuyanın, aynı konuyu bilenin çok, aynı yeterliliğe ulaşmışların hayli kabarık sayıda, iş olasılığın az olduğu günümüzde değerler, önceki zamanların değerlerine hiç benzemiyor.

Doğru usluba sahip bir kişi, kendinden zekaca ve hatta eğitimce daha önde, çok ileride olanların önüne geçebiliyor.

Bu çağ, teknolojinin uzakları yakın, görünmez yerleri anında görünür, duyulamaz mesafedekileri bir ahize kadar yakınlaştırdığı çağ, biliyoruz. Karanlık geceler, ışımak için sadece ay ışığına mahkum olmaktan çıktı nicedir. Gürül gürül akan sulara hükmedildi. Denizin derinliklerindekilerden de, uzayın karanlıklarındakilerden de haberdarız. Bunların olağan ve sıradan olduğu çağın içindeyiz.

Okuyanın, eğitilenin, okyanus aşırı yerler ve medeniyetler görenlerin, karadan, havadan denizden yolculuk yapanların çok olduğu bir çağda, aynı imkandan yararlanan, aynı eğitimden geçenlerin sayısı giderek daha da artıyor.

Dışarıdan sağlanabilecekleri yani eğitimi ya da bazı becerileri sağlamış olanların alabildiğine çok olduğu günlerdeyiz yani.

Aynilikleri taşıyan insanları ayrı yapan unsur, usluplar oluyor. Hatta bazen aynilikler taşımadan da bile öne çıkarıyor uslup bir kişiyi.

Uslup, söylediklerimizin, bakışlarımızın, davranışlarımızın,ses tonumuzun, yaklaşımlarımızın, konuyu ele alışımızın, seçtiğimiz kelimelerin, detaya iniş ya da inmeyişlerimizin altında bir imza olarak duruyor. İmzamız olarak. Bizi tanımlıyor.

Bizi yoradabiliyor, hem de nasıl kolaylık da katabiliyor hayatımıza. Telefonumuzun çalış sayısını da belirliyor, eğitimimizi, yetiştirilişimizi bir kalemde silebiliyor daha az eğitimliler yanında, onca diplomalarımızı bir kağıt parçasına çevirebiliyor yanlış uslup, acımaksızın verilmiş emeklere..

Yani uslup, ustaca,usulca ama usluca uğurlu da olabiliyor uğursuz da.

ACEMIDEMIRCI
acemidemirci@gmail.com

16 Ağustos 2010 Pazartesi

Zekeriya Sofrasının ardından...Bir yaz geçerken Datça, Çeşme ve Bursa zeytin ağaçlarının arasından ıslak sıcaklığıyla

Bütün kış beklenir yaz.Sıcak bir düş olarak.

Koca aylar boyunca yolu gözlenir Temmuz'un, Ağustos'un..

Yağan karın donmasıyla yürünmez hale gelen sokaklarda, iyice açılmış kombilerin evleri ısıtmada yetersiz kaldığında. Günler kısalıp güdükleştiğinde, buzlu, ıslak, kaygan yollarda araba kullanmak korkulu rüya haline gelip, üstüste, katkat giyinmek bir de bu giysileri gün boyu taşımak zorunluluğunu her hissedilişte.

Yorgunluklar eni konu arttığında, Nisan, Mayıs ayı gelir gelmez daha, bünye bir yerlere gitmeyi özlediğini, alıştığı seyahatlere çıkmayı beklediğini iyiden iyiye hissettirdiğinde.

Yaz gözlerde tüter böyle durumlarda. Bir düş olur dinlenme, tatil, deniz, yayla, dağ, tırmanış, yüzme, tembelce uzanma, sabah erken kalkmama. Saat kurmama, haftanın günlerinden hangisinde olduğunu umursamama. Tarihi hatırlamasak da olur keyfinin alabildiğine çıkarıldığı günlerdir yaz ile gelen tatil günleri.

Yaz bir anlamda tatil demektir. Uzun ve olağan tatiller yazın yaşanır. Yolculuk için en uygun koşullar yazın mevcuttur.

Onca aydır beklenen, neredeyse bir yıldır düşü kurulan yaz ayları da, tatil de bu yıl da geldi. Gözüktü yollar.

Genellikle yapıldığı gibi yaz tatili öncesi yapılan hazırlıklara mutlaka bu yaz da günler öncesinden başlanıldı. Her şeyin, soğuk aylar boyunca özlenen, sadece birkaç hafta sürecek zaman ile kısıtlı tatile uygun ve yerinde olmasına çalışıldı.

Benim içinde böyleydi bu yıla kadar. Tatil hazırlığı bir ince işti bu seneye dek.

Bavullar daha neredeyse on gün öndesinden ortaya çıkarılır, fotoğraf makinesinin kartının dolu olmadığından emin olunur, telefonların, fotoğraf makinelerinin ve kameranın şarj aletleri onlar için ayrılmış sırt çantasına özenle yerleştirilirdi. Dürbünler alınır, götürülecek her şeyin listesi yapılırdı.

Yorgun bir yılın içinde olunca, yorgunluğun atılması için beklenilen tatil günleri için gereken ön hazırlıklar, kesinlikle yorgunluğunuzun izlerini taşıyor.

Bir taşınmanın ve yerleşme döneminin ardından, tatile çıkılacak haftadan hemen bir önceki hafta eğer tatil hazırlıklarına değil de bir dileğin dilenip, o dileğin gerçekleşmesi sonucunda tıpkı dileği dilediğiniz sofra gibi sizin de bir Zekeriya Sofrası kurmanız gerekmişse tatil hazırlığığı hiç heyecanlı gelmiyor bile.

Tüm yönlenmeniz, hayli kurallı ve uzun uğraş isteyen ama kurmalara da doyulamayacak bu sofraya kayıyor, bu en mutlu sofraya.

Zekeriya Sofrası pek bilinen bir sofra olmasa da, Zekeriya sofrasının kurulması demek, evvelce bir yerlerde bir Zekeriya Sofrası'na katılmış olmanız ve orada tuttuğunuz dileğin gerçekleşmesinin ardından sizin de bir Zekeriye Sofrası kurmuş olmanız demektir.

Dileklerin tutulduğu Zekeriya Sofrası'nda tutulan dileklerin gerçekleşmesi halinde, dileği gerçekleşence yeni bir Zekeriya Sofrası'nın özellikle Muharrem ayı içerisindekurulması gerekiyormuş.

Zekeriya Sofrası özellikle Cumhuriyet döneminden sonra yaygınlaşmış. Söylentilere göre bu sofra Hicaz'dan gelen bir hanım tarafından tanıtılmış. Balkan göçmenlerinin de bu tür bir sofra kurdukları biliniyor.

Zekeriya Sofrası'nın başlıca kuralı; işlenmemiş, ateş görmemiş, pişmemiş kırk bir çeşit çiğ gıda içermesi. Çörekotundan, yemiş türlerinden, yeşilliklerden, meyvelerden, kaya tuzundan, kavrulmamış susamdan oluşan kırk bir çeşit türle kaplı bir masa. İkramlar sunuluyor Zekeriya Sofrası'nda..

Zekeriya Sofrası'nın kurulmasından önceki gece, sofrayı kuracak kişi, Meryem Suresi ve Yasin Suresini okuyor ve namaz kılarak dua ediyor.

Farklı uygulamar da yapılıyor bu sofralarda. Kimisi sofra açılmadan kırk bir Yasin suresi okuyor, kimisi sofra açılana kadar konuşmuyormuş. Bizim soframızda Meryem ve Yasin sureleri bir kez de tüm davetliler biraradayken okundu ve sofra duası yapıldı.

Dualar bittikten sonra Zekeriya Sofrası'nı kuran kişi, dileğini tuttuğu Zekeriya Sofrası'nda yaktığı ve bir kenarda sakladığı mumu, sofrayı açmadan yakıyor. Katılanlar, birer mum alarak üç Kulfü bir Elham dualarını okuduktan sonra dileğini tutuyor. Masada yanmakta olan mumdan kendi mumunu yakıyor ve kırk bir çeşitten birer birer tadıyor. Sonra da ikramlara geçiyor.

İkram zorunlu değilse bile onca misafir gelince ev sahipleri mutlaka ikramda bulunuyor.

Kimi, çiğden olan sebze ve meyveleri, domatesleri, salatalığı, maydanozu, tereyi, naneyi, yeşil ya da kırmızı biberi, fesleğeni, turbu bir kasede salata olarak sunarken bunların her birini birer çeşit olarak kabul ediyormuş. Ben bu uygulamadan tam emin olamadığım ve daha önce bu sofrayı kurmuş pek öyle sayıca fazla ve yeterli bilgiye sahip kişi de tanımadığım için kırk bir çeşidi ayrı ayrı kaplarda, kaselerde masaya koydum. Keçiboynuzundan, kavrulmamış kabak çekirdeği ve ayçekirdeğinden, çiğ fıstığa kadar her türlü yemiş; fesleğen, roka, tere, dere otundan, marul çeşitlerine kadar yeşillikle donattığım masada ikramlarımı koyacak yer kalmadı.

İkinci bir masa hazırlayarak ve sehpa görevi yapan ceviz sandığın üzerine bir örtü örterek ikramları yerleştirdim.

Kısmetli sofra olduğunu görüp sevindim. Kız kardeşim ve küçük kızı bir gün önce İstanbul'dan, erkek kardeşim ve eşi sofranın kurulmasından az sonra Çeşme'den, sofra tam kalkmadan ve dibini bulmuş mumlar sönmeden de komşum Kıbrıs'tan gelip sofraya katıldılar.

Yazın ortası, Temmuz'un buram buram, alev alev tütüp, ortalığı yaktığı günler olmasına rağmen katılabilmek için tatile hafta sonu yerine sofranın kurulduğu Pazar gününün sonrasında yani Pazartesi günü çıkanları takdir ettim. Herkesin bir dileği vardır ve böyle bir gün dileklerin bir kez daha dillendirilmesi için öyle kolayca aranılıp bulunacak bir gün değildir.

Sofra kurma hazırlıklarına epeyce önceden başlamak gerekiyor. Önce bekleyebilir nitelikte olan yemiş gibi, tuz gibi gıdalar alınıyor. Masada kırk bir çeşidi oluşturacak gıdaların farklı farklı olması ve bazılarının diyelim ki kimyon tohumu gibilerin ha deyince bulunamaması, alışveriş programının akıllıca yapılmasını gerektiriyor.

Özellikle yeşillikleri, sebzeleri ve meyveleri almak ve yıkamak oyalayıcı ve yorucu. Yeşillikler çok bekleyemeyeceği ve buzdolabı hepsini alamayacağı için onları sofra kurmaya yakın bir zamanda almalı.

Zekeriya Sofrası'nı kurma sırasında yaşanan yorgunluk, şikayet edilmeyecek bir yorgunluk. Böyle bir yorgunluğu yaşamanın hazzı yanında, zonklayan, altlarından alevler çıkan ayaklarınızı dinlemeyip, gülümseyerek koşturduğunuz bir yorgunluk. Hep böyle yorgunlukların içinde olmayı, bu yorgunluklarla mutlu olmayı diliyorum.

Tabak, bardak, çatal, bıçak, kap kaçak kullanımı alışılmışın çok üzerine çıktığı için bu sofra kurulmadan önce davetli sayısı ve evdeki tabak, çatal, bıçak, kaşık, bardak sayısı denkleştirilmeli. Hatta malzemelerin, davetlilerden daha fazla olduğundan emin olunmalı. Zira gelenlerin bir kısmı dilek tutulan bu sofraya, dileği olduğunu bildikleri yakınlarını, arkadaşlarını da getiriyor. Aslında herkesin mutlaka bir dileği vardır söylese de söylemese de açık açık.

Umarım benim, yakınlarımın ve tüm davetlilerimin dilekleri en kısa zamanda gerçekleşir ve alev alev yanan, zonkalayan, koşuşturmaktan şişmiş ayaklarımızın katlandığı tüm yorgunluğu, yüzümüzdeki dileği gerçekleşmiş insanlara has tebessüm ile sustururuz yeni yeni Zekeriya Sofraları kurarken.

Böylesine özel mi özel ve bulunmaz bir sofrayı kurmanın ardından mutfağı dolduran tabaklar, tavalar, kaseler, kaplar kacaklar, iş dönüşleri yıkanarak yeniden yerlerine diziliyorlar, sofra kalksa da işler hemen bitmiyor.

Yemek takımlarını, masa örtülerini yerlerine yerleştirip, kalan yıkanacakları makineye doldurarak geçen birkaç günün sonunda sıra yaz tatili hazırlıklarına geldi.

Henüz birkaç aydır oturmakta olduğumuz evimizde ilk kez tatil hazırlığını üstelik de son derece kısıtlı bir zamanda yaparken, tatil için yanımıza alınacak her gerkesinim duyulabilir eşyanın yeni yerlerini daha tam bilemediğim ortaya çıktı.

En gerekli şeylerden bazılarını yanımıza almadığımızı farkettim biraz gecikmiş olarak, tatile çıkmışken.

İlk uğradığımız nokta Datça idi. Doğallığı, köy sevimliliği, naifliği, küçük kıyı yerleşimi olmaklığı, her geçen yıl biraz daha yitiyor Datça'nın. Genişletilen yollar, giderek artan yazlıklar, alışveriş ihtiyacının artmasıyla daha da çoğalan marketlerle gelen şehirleşme, başkalaştırıyor o canım yarımadayı,Datça'yı.

Datça, sarıçamların reçine kokusuna bürüdüğü dağlarla çevrili. Koyların, köylerin bambaşka olduğu bir ince uzun kara parçası denizde uzanıp giden. Patikaları, kapari çiçekleriyle bezenmiş. Yelkenlilerin nasıl da o güzelliği belleyip, parsellediği, büklerin büklüm büklüm güzelliğinin büyülediği yeşilin, mavinin tonlarıyla boyanmış Datça.

Rüzgarı Çeşme'den iner Datça'nın. Yelin en güçlüsü, görkemlisi Datça Çeşme arasında eser. Sörfçüler, Çeşme ile Datça'dan gayrı adres bilmez. Kozalaklar, sıcakta çıtır çıtır çatlar.Sarıçamların gövdelerinden reçineler buharlaşır, havaya karışır kokuya dönüşerek. Soluğun en rahat alındığı yerdir Datça.Datça'yı en güzel Can Yücel'in anlatır. Taşın en şirin evlere, heykellere, bahçe duvarlarına dönüştüğü, bademinin tadı, kekiğinin kokusu bambaşka yarımadadır Datça.

Koca bir pastanın üzerine spatula izlerini bıraka bıraka sürülmüş bir krema görünümünde sıvanmış evin kapısından girmek üzereyken Datça'nın bize sunduğu beklenmedik bir güzellik ile donup kaldık.

Ortadan kesilmiş bir silindiri andıran kiremitler ile kaplı çatının tam altında, giriş kapısından yukardaydı sürpriz. Tüm görkemiyle, onca emekle yapılmış muhteşem bir kırlangıç yuvasının altındaydık kapıdan girmek üzereyken..

Kırlangıçlar, ağızlarında taşıdığı ve işleyerek özel bir harç haline getirdikleri, topraktan,iri damlalar gibi gözüken, kendilerine has minicik tuğlacıkları duvara o denli ustalıkla yapıştırıp, büyücek bir yuva inşa etmişlerdi ki kapılarının ince hesaplanmış açıklığı bile bizi hayretlere düşürdü. Kırlangıçların ne denli büyük mimarlar olduğunu çoktandır bilmekteydik zaten.

Kahvaltılarda küçük, tatlı yeşil biberler, üç ayaklı ufak saclarda pişen Datça köy ekmeği ile yapmak da bir sabah ayrıcalığdı..Bazlamadan hayli büyük, pide ebadında, çam odunu ateşinde pişen köy ekmeği ile yapılan birkaç kahvaltılik kısa bir konaklamanın ardından Datça'dan Çeşme'ye geçtik.

Çeşme son yıllarda daha girişindeki o koca göbekten ilerleyip, kanal boyunca limana doğru giderken, nasıl bir ,değişikliğe uğratıldığını haykırıyor. Tepelerdeki fıstık çamlarının kesilerek vilların yapıldığı, sahiline sadece bir kış boyunca inşa edilmiş set gibi uzanıp giden, ticari bir sokakla eski Çeşme gitmiş yerine bir yabancı Çeşme gelmiş.

Dik bir meyil üzerine kurulmuş, arkası eski ve enfes taş evlerle kaplı bir mimari harikası olan Çeşme Kalesi görünmez olmuş kıyı boyunca bir kış içinde oluşturulan bir alışveriş sokağı seti ile.

Köyümüz nicedir Çiftlik köy olmaktan çıktı ve Çeşme'nin Çiftlik Mahallesi oldu. Köyün o kendine has özgün girişinin yerinde, her turistik yerde rastlanan iki yanı palmiyelerle kaplı bir kordon oluşturuldu.Yüz yıl önceki fotoğrafları ile şimdiki fotoğrafları arasında sadece cadde ya da sokakta yer alan taşıtların teknolojik gelişim sonucu uğradıkları değişimden başka bir değişiklik göremediğim şehircilik anlayışına ve sahip olunan özgün değerleri koruyabilme bilincine ve erginliğine hayranlığım, saygım ve özlemim yine derinden ve dindirilemez şekilde depreşti.

Son yıllarda kaptan eğitim merkezi olan deniz kenarındaki, bakımsız kalsa da hala oldukça görkemli taş binanın yanından denize dökülen ve ördeklerle kazların yüzüp, deniz ve nehir birleşiminde kanat çırpıtığı nehrimizin de suyu da çekilmiş, neredeyse kurumuş.

Sahildeki o ünlü pidecimizde çok lezzetli pideleri ve çiğbörekleri yerken, köyümüzün bir düzine kazını seyrederdik şimdiye dek. Bu sene onları hiç göremedik. Kalabalık bir sürü halinde yalpalaya yalpalaya koşturan bembeyaz, yumuşacık tüylü uzun boyunlu kazlarımızı.

Evimizin bahçesine neredeyse yirmi yıl önce dikilen meyve ağaçlarımızın henüz hiç meyvesini yiyememiş olsak da Çeşme'deki evimizin onlarla daha bir anlamlandığının her zaman farkındayız.

Mayıs sonundan itibaren olgunlaşan, yaprakları gösterişli ve alımlı bir ağaç olan yenidünyanın, vişne ve kiraz ağaçlarımızın, küçücük tek bir yaprak halinden usanmadan onca yıldır yerden bir türlü yükselemeyen ve ağaç cinsi olduğu için o tek yaprağı mecburen muz ağacı diye bildiğimiz muzun, hünnabın, asmaların, fıstık çamının, Antep fıstığı ağacının, erik, iğde, dut, badem, nar, zeytin ve kayısı ağaçlarının meyvelerini henüz tadamadık. Henüz onlardan topladığımız meyveler ile reçel ya da marmelat yapamadık. Meyvelerini kurutup saklayamadık kış için. Olsun varsın, biz yine de onları usanmadan sular, budar, uzaktayken bir annenin çocuğundan haber alması gibi bir heyecanla her dalını, her yaprağını Ankara'dan her telefon açışta sorar, onları merak ederiz.

Meyvelerini yiyemesek de onların meyve vereceğini haber veren kızarmış üst ince yapraklarını görmek, içlerindeki kuş yuvalarını seyretmek de bir hasat bizim için. Başka lezzette, bambaşka meyvelerle dolu bir hasat bu.

Yazın okumak için ayırdığım en kalın kitapları okuduğum iki kişilik, çiçekli ketenden oturmalığı olan beyaz boyalı demir kanepede oturduğum bir sırada, annemin tam karşımdaki demirden giriş kapımızın yanındaki fıstık çamının üst dalları arasına yapılmış kumru yuvasını göstermesi benim için yaza bambaşka bir anlam kattı.

Daha önce de kuş yuvaları yapılmıştı bahçemize. Yasemin dalları arasına örücü kuşların yaptığı küçük bir kafesi andıran, kuşlarca terkedildikten sonra uzunca bir süre sakladığım yuva gibi.

Tüm yaz sıcaklarını geride bırakan bir sıcak vardı. Geçmiş yılların aksine, değil yanyanayken bile sesimizi birbirimize duyurmayacak rüzgar, fıstık çamının tek bir ibresinin bile oynamadığı, esintisiz, kavurucu Ağustos günlerinde kuluçkada yatan ve benim “Kumru Hanım” diye çağırmaya başladığım anne kumru, ne sıcağı ne nemi umursamadan sabırla, zevkle aşağıya doğru ters bir külaha benzer halde uzanan, ince ağaç dalları ve çam ibrelerinden oluşan yuvasında, yavrularının yumurtadan çıkacak olgunluğa ulaşmasını bıkmadan, bezmeden bekliyordu.

Çeşme'de geçireceğimiz günleri tamamlayıp sevgili kayınvalidemin yanına, Bursa'ya doğru yola çıkacağımız günün öncesinde, akşamın ileri saatlerinde, gece neredeyse indi inecekken, fıstık çamında alışılmışın dışında bir hareket, uçuşma, kanat sesleri, kuşların biteviye oradan buraya konmaları, çamdan duta, duttan kayısı ağacına uçuşmaları, kanat çırpış sesleri arasında bir telaş kapladı ortalığı.

Kumru Hanım, kuluçka döneminde olmasına rağmen yuvasında yatmıyordu. Fıstık çamında uçuşup duran üç kumru, yandaki kayısı ağacına kanatlarının tüm gücünü duyuran sesler çıkararak uçuyor, akşamın karanlığında ağaç dalları arasında iyi yerleşemediklerinden olacak, yapraklar içinde kanat çırparak daldan dala geçiyordu.
Yuva boştu, kumrular o ağaç dalından bu ağacın dalına, ağacın içinde de o daldan bu dala uçuşup dururken bizi derin bir kaygu kapladı.

Hava ne kadar sıcak olursa olsun kuluçkadaki anne kuş kuluçkayı terk ederse yavru kuş doğamazdı. Anne tarafından sağlanması gereken ısı olmaksızın, yavru gelişemez ve o yumurtayı kıramazdı. O tüysüz, doymak için olanca gücüyle cıvıldayan yavrunun ilk cıvıltıları duyulamazdı. Kumru Hanım ağaçta çırpınıp duruyor ama yuvasına bir türlü konmuyordu.

Zaten iyice inmiş olan akşam kısa zamanda yerini geceye bıraktı. Fıstık çamının içine gün ışığı giremiyor ve yukarıdaki, ana gövdeden ayrılan yan dalların çatalına yapılmış ters çevrilmiş bir külahı andıran biraz da özensizce yuva gözükmez olmuştu. Merak içinde kalmıştık. Hiçbir şeyin görülemediği ağacın içindeki yuvada ve yavrularda kalmıştı aklımız.

Sabah Ramazan'a uyandık. Ramazan ayının ilk günüydü. O telaşlı akşamdan sonra doğan gün.

Kardeşimin evinde kalıyorduk, onun evinin bahçesini suladıktan sonra kendi evimize geçtim. Annem uyanmış, bahçeyi sulamış, keyif içinde masada kahvaltısını yapıyordu.
Beni görür görmez kumrunun yavrusunun yumurtadan çıktığını, hatta yavrulardan birinin başını gördüğünü söyledi. İçime öyle bir su serpti ki bu haber, yuvasında yatan Kumru Hanım'ı memnuniyetle izlerken yavrusunu görememiş olmama hiç tasa etmedim.

Kumru yavrusu Ramazan ayının ilk günü doğmuştu. Onun adının Ramazan olmasını istedim. Annemden öğrendiğime göre Ramazan ayında doğan kız çocuklarına Raziye adı verilirmiş. Erkek çocuklarına da Ramazan adının verildiğini zaten ol git bilirdim. Eğer yavru dişi ise adı Raziye olacaktı. Tam adının Raziye Ramazanoğlu olmasını istedim.

Ramazan ayı bereketli ve uğurlu gelmişti. Daha akşam üzeri yuvasını terkeden kumru ve yavrusu için endişedeyken, bu telaşın yumurtasından çıkmak üzere olan yavruların rahatça yumurtayı kırabilmesi için yaşandığını düşünerek ve yavruların doğduğunu bilerek rahatlamıştık.

Fıstık çamında yuvası olan kumruların dışında pek çok kuş türü, sesleriyle oralarda olduklarını açık açık duyuruken, kendilerini göstermede aynı aleniyeti benimsemiyorlardı.

Kara tavuklar, biz gelmeden önce asmalardaki üzümleri yiyip bitirdikleri için üzüm kalan başka asmaların olduğu evlerin bahçelerine konuyor, arada bir onları uçuşurken ya da elektrik tellerine konmuşken görüyordum.

Göğüsleri fırça ile çizilmiş gibi beneklerle süslenmiş boz sığırcıklar, koyun gübresi serpiştirilmiş ağaç diplerini eşeliyor, canlı protein bulma gayreti içinde kah bizim orada olduğumuzu bildiklerinden dikkat kesilerek kah bizim varlığımızın onlara zarar vermeyeceğinden emin halde sakınmadan ağacın dibinde eşelenmeye devam ediyorlardı.

Her sene akşam üstleri sesini duymaya, “İshak” diye seslenişini dinlemeye alıştığım ishak kuşunun sesini bu sene hiç duymadım. Çeşme'den ayrılacağımız son güne kadar her akşam ishak kuşunu bekledim. Gelmedi. Avcılar ya da yırtıcı kuş olasılıklarını hiç düşünmemeye çalıştım. Kalbim, başka bir yere yuva yapmış olmasından yanaydı. Belki seneye yavruları bizim oralarda öter diye bekliyorum.

Baykuşları görmedim ama seslerini işittim. Oralardaydılar ya sağ salim, görememek ne gam. Çatıların üstlerinde, üst katların küçük pencerelerinin pervazlarındaydılar mutlaka.

Ağaçlar dikildikleri gibi kalmıyor. Büyüyor ve üç katlı evlerin damlarını bile örtüyor. Damlara, üst kat pencerelerine tüneyen bu kuşlar da böylece görülemiyor dalların siperinde kalarak. Ağaçlar daha bu denli büyümemişken onları her akşam görürdüm. Hatta bir keresinde bir sabah onlardan birini kaydetmişliğim bile var.

Bunaltıcı sıcakların olabildiğince terlettiği, sıcak mı sıcak havalarda, boyunların boncuk boncuk terden gerdanlıklar ile kaplandığı, kolların yapış yapış bir ıslaklık içinde olduğu bu ıslak sıcak yazın Çeşme'deki son gecesinde, o hırçın Çeşme rüzgarının yokluğunda uyuyamayınca gece sabaha karşı kalkıp,gündüz gözüyle harika bir manzarası olan orta kattaki balkona çıktım.

Hava limonata gibiydi.

Ilık, üşütmeyen ama yakmayan da. Sessiz, dingin, arınmış, uykuda. Sade bir serinliğin, etrafı kapkara sarmalayan geceyi yumuşakça, incitmeden örttüğü el ayak çekilmiş saatlerde.

Yarasalar uçuşuyordu o saatlerde. Bana doğru pike yapıyorlar, son anda hızlı ve keskin bir dönüşle karanlığın içinde kayboluyorlardı. Yarasaların nasıl uçtuklarını bileli çok olduğundan onları korkuyla değil ama hiç görmeyen ve zaten karanlıktaki bu varlıkların, karanlıklarda nerede ne var bilerek uçuşlarını hayranlıkla seyrettim. Arada bir gece kelebekleri gibi boz görünümlü daha küçük yaratıklar da uçuşuyordu yarasaların yanısıra.

Geceleyin gökyüzünü seyretmek, yapmayı en çok sevdiğim şeylerdendir.Samanyolu, takım yıldızlar, kutup yıldızı hep oradadır. Eşsiz bir bir manzara sunarlar gönüllüce seyretmemiz için sayısı bilinmedik yıllardır, gecelerdir. Zeytinliklerin üzerinde uzanan zeytin siyahı koyuluk ve çakıl çakıl yıldızların parlaklığı, kapkara gökdenizinin renkleridir.

Şehir ışıklarının oluşturduğu kirlilik olmaksızın tüm yıldızları yerlerinde görmek, göğü her şeyiyle, her yıldızıyla seyretmenin hazzı nadir hissedilen ama senede bir kere de olsa yapılması gereken öncelikli olgulardandır.

Balkonda oturalı birkaç saat olmuştu. Gözümü koyu derinliğin bir noktasına bilinçsizce dikmiştim. Bir yıldız kaydı. Ne kadar istemiştim Datça'da da geceleyin sahilde tahta şezlonglara uzanıp gökyüzünü seyrederken kayan yıldızları görmeyi. Zaten meteor yağmuru takvimi içindeydik ve o ana kadar ben kayan yıldızlardan hiçbirine rastlamamıştım.

Yıldız birkaç saniye içinde kayıp yitti.

Usuldan usuldan parıldayan yıldızların parıltıları yitmeye başladı giderek. Koyu karanlık, ufukta belli belirsiz kızıl lekelerle bezendi, koyu siyah yerini koyu bir griye bırakır gibiydi.

Kızıllık giderek puslu bir şekilde arttı, koyu gri uzaklar, daha açık griye dönüşüyordu yavaşça.

Yıldızların en inatçıları dışında kalanlar gözükmez oldu, grilik, siyahlığı öteledi, itti, kapladı her yeri.

Hava pusluydu. Sıcaktan nedeniyle oluşan buhar güneşin doğuşunu örtüyordu. Güneş pusun ardında kalsa da kızıl rengi ile orada olduğu mesajını, kendisini bekleyen balkondaki gözlere müjdeliyordu.

Ortalık yavaş yavaş seçilir olmak üzereydi. Balkondan gündüz gözüyle bir tablo gibi tüm haşmetiyle gözüken masmavi Soğuk Koy, gümüşi bir renk ile seçilmeye başlamıştı. Soğuk Koy'un gündüz laciverte yakın olan rengi henüz ortaya çıkmamıştı. Gün o anda puslu ve pastel tonlardaydı.

Birden tam göz hizamdan ve birkaç metre ötemden, yavaştan, süzülerek, ağır ve kanat çırpmadan devasa bir koyu gri sivrisineğin hantal uçuşunu görür gibi oldum.

Kendisini göremediğim ama sesini hep duyduğum bir gece kuşu olan baykuşlardan biri, gece boyunca tünediği, avlandığı yerden gündüzü geçirmek üzere süzülürcesine uçarak ayrılıyordu. O bir uçucu kuş değildi. Kanat çırmadan, oldukça ağır uçuyordu.

Kanatları kapalı, koyu gri tombul bir sivrisineğin süzülüşü edasıyla, alçaktan uçarak geçti kendisini göstermek istercesine hemen önümden..

Ne mutluluktu onu görmek. Ne hoş bir davranıştı bu ağırbaşlı kuşun kendisini bana göstermesi. Kayan yıldız da, hemen önümden hayalet gibi akarcasına geçen baykuş da sonunda kendilerini göstermişlerdi. Sabaha karşı. Ilık ve ferahlatıcı bir tan vakti.

Bursa, dopdolu bir şehir. Zeytinliklerle dolu. İncir ağaçlarıyla dolu. Her biri apayrı mimaride yapılmış cami ile dolu. Her caminin mimarisi ayrı bir tarzda, minareleri de ayrı ayrı tarzlarda elbette. Soğan gibi olanı da var, kalem gibi olanı da. Bambaşka olanları da.

Yollar kamyonlar ile dolu, sahiller de deniz kenarında oturan ama denize dönüp denizi seyreden değil de denize arkasını dönüp, hemen denizle arasında yol bulunan kıyıdaki evlerin balkonlarında oturan aileleri izleyen insanlarla dolu.

Bursa yeşilin tonlarıyla dolu.Zeytin yeşili ile. İncir yeşili ile. Boşnak yeşili gözlü güzel göçmen kızlar ile dolu.

Bursa tarih dolu. Mudanya, Zeytinbağı tarihi evlerin, anlaşmaların yerleri. Zeytinbağı hiç apartman olmayan bir dünya. Arasıra beton yapı olsa da hakimiyeti elinde tutan taştan, ahşaptan binalar, işçilikli, cilalı güzelliklerini yansıtırken, saksılardaki kudret narı sarmaşıkları da dantel dibi o eski ve yaşanmışlık kokan evlerin duvarlarına sarılıp, üst kat pencerelerine doğru ilerliyor.

Tam buğdaydan yapılma, ekşi mayalı nohut ekmeği kokusu yayan fırınlar, ateş gibi bir Bursa gününde, ateşin önünde, ekmeğini ekmekten çıkaranları buram buram terletirken, Ramazan pidelerinin kızarmış, bol susamlı görüntüleri iştahımızı kabarttı.

Ankara’ya doğru aklım fikrim, arka balkondan vakur süzülüşlerini, mağrur uçuşlarını ve tiz çığlıklarını izlediğim delicelerin hala oralarda olup olmadığındaydı.

Deliceler göç eder Ağustos ortalarında kışı geçirecekleri sıcak diyarlara, Afrika’ya.. Yazlıkçılık ve kışlak sadece insanlara özgü değil. İnsanlardan çok önce yılmadan, hiç bırakmadan kuşlar göç edegelmiştir, hep biliriz.

Deliceler Ankara’da değildi.

Tatiller sadece on beş yirmi günün daha farklı ortamlarda, hep yaptıklarımızın dışına çıkarak, sürekli yaşadığımız yerde yapamadıklarımızı ya da yapmak istediklerimizi yapmak değil elbette. Bugüne dek gelmiş, korunmuş, yitmemiş, ayakta kalmış, kaç yüzyıllar ötesinden koşan, gözlerimizi beslemiş, bizi enfes görüntüleri ile büyülemiş güzelliklerin nasıl insafsızca yitip gittiklerini, korunmamışlığın nasıl da bazı yerleri yetim bıraktığını, budamanın sadece ağaçlara yapılmadığını, bazen nasıl da duyarsız olabildiğimizi tatiller ile daha bir anlıyoruz aynı yerlere tekrar tekrar belirli aralıklarla gidince. Budama işleminin, kıyıcılık duygusuna yapılmasının nasıl da yerinde olacağını öğretiyor aslında tatiller.

ACEMIDEMIRCI
acemidemirci@gmail.com