20 Eylül 2009 Pazar

18 Eylül 2009 Cuma

Şekerlemeler, çikolatalar, yeni giysiler, el öpmeler, harçlıklar ve eskilerinin daha güzel olduğu söylenen anlar: Bayramlar

Eskiler bazen yenilerden daha yeğdir. Antikacılarda ya da eskicilerdeki eskilerin yanı sıra yaşanmışlıkların da bazen geride kalanları daha anlamlı olabiliyor.
Eskilerin kusursuz olarak , tam layıkıyla yerine getirdiği, anlamının hakkını verdiği ve yaşadığı günlerdendir bayramlar. Artık televizyonda şekerleme reklamlarında gördüğümüz eski bayramları andıran görüntüler ya da sık sık dinlediğimiz bizim çocukluğumuzdaki bayramların tadı bambaşkaydı ifadeleriyle başlayarak anlatılan eski bayram günlerini belki anımsayanlar da olacaktır.
Hatırlayabildiklerimiz ile hiç olmazsa ucundan kıyısından bizim de o günlerin kalıntılarını tatmış olduğumuzu anlamak, asla satın alınamayacak ve hiç bir bedelin onun değerini karşılayamayacağı güneşte kurutulmuş bir anı, tadı bizlerin de yaşadığını fark edebilmek bulunmaz bir ayrıcalık.
Bayramlar şehirlerde daha törensel, daha yerine getirilmesi gereken adımların gerçekleştirildiği bir havada geçerken küçük yerlerde çok candan, sıcacık, çocukların şekerlere ve harçlıklara boğularak, panayıra, lunaparka, oyun alanlarına götürülmeleriyle gerçekten bayram ettikleri günlerdir.
Bir Kapadokya şehri olan Aksaray bayramında güne nasıl başlanır? Eğer Kurban Bayramı ise ilk gün kurban günüdür, genellikle kurban etiyle kavurma yapılıp yenilerek güne başlanır, o ana kadar oruçlu gibisinizdir, ilk olarak kavurmadan tadılmalıdır. Bir tadımın ardından alışılmış kahvaltılar edilir. Sonra ziyaretler başlar. Ramazan Bayramı ise yani şeker bayramı, tüm ramazanın ardından ilk kez kahvaltı edilir ve büyükler evlerde aile küçüklerinin gelip ellerini öpmelerini beklerdi. El öpenlere, büyükleri onlar için hazırladıkları beyaz ya da kenarları renkli çizgili bez mendilleri, çorapları, ördükleri hırkaları, boyunbağlarını, kazakları hediye ederlerdi. O gün için geniş sofralar kurulur, bayram telaşının bir kaç gün öncesinden yaşandığı hazırlıkların vazgeçilmezleri olan peynirli, ıspanaklı börekler, tuzlu hamur işlerinin yanında mesela el açması, içi ceviz dolu ve daha ağzınıza götürürken dağılan ev baklavaları, üzerindeki benek benek pütürler eleğe ya da kalbura basılarak şekillendirildiği için kalbura bastı denilen tatlılar, ya da oklavaya sarılı yufkanın iki uçtan sıkıştırılarak büzülmesinin ardından oklavanın yufkanın içinden çekilmesiyle buruşuk görünümlü bir hal kazanan yufkaların sıra sıra ya da yuvarlaklaştırılarak tepsiye dizilip pişirilmesinin ardından üzerine kestirme yani şerbet dökülerek yapılan babaannenim tatlısı katmer, illa olması gereken yaprak sarmaları başta olmak üzere sunulan yemekler ikram edilirdi. Ev baklavalarının lezzeti asla unutulmayacak kıvamdadır. Usta ev hanımları incecik açılan yufkalardan yaptıkları baklavaların şerbetlerini de ustalıkla dökmelidir. Baklavanın soğumuşluğu da, şerbetin sıcaklığı da istenilen tavda olmalı, olmazsa baklavanın kıtır kıtır ağızda dağılışı istenilen gibi olamaz, hamur kıvamına dönüşü de engellenemez. Bir baklavanın yufkalarını açmak ne denli zahmetli ise ince ince, yırtmadan, piştikten sonra kesilişi de o kadar hüner ister. Eğer uzunlamasına ve boylamasına kesikler atarak kesmek isterseniz pişmiş baklavayı, bu da olabilir ama maharetli eski hanımlar bu kesimi küçümser ve ille de göbeği baklava dilimlerinden oluşmuş, halı göbekleri gibi bir merkezden giderek çoğalan, yan yana dizilerek sanki güneş ışınları gibi bir desen vererek resim gibi nakşedilmiş göbeğiyle baklava sinisinin tüm görselliğini de ihmal etmezler. Baklava ikramı, sininin kenarlarından alınan baklava dilimleri ile yapılarak, geometrik bir motif halinde çok güzel görünen göbek, olabildiğince korunur ve ne denli maharetle kesim yapıldığı alabildiğine gösterilmeye çalışılırdı. Eski hanımların ne kadar hamarat ne kadar mahir oldukları, pilavı tane tane yapabilmelerinin yanında baklava göbeğini desenli kesebilip kesemedikleri ile de ölçülürmüş o vakitler. Düğünlerde sırf bu göbek motifini oluşturması için baklava kesmeye çağrılan baş konuklar olurmuş mutlaka.
Çocuklar için bambaşka sabahlardı benim de okul öncesi tanık olduğum Aksaray’ daki bayram sabahları. Henüz apartmanların hiç olmadığı, çoğunlukla yeşile boyalı ve iki katlı, ön ve arka bahçelerinde kesinlikle hünnap, iğde, kadıngöbeği cinsi erik, zerdali kayısı, hem beyazıyla hem siyahıyla dut ağaçları , genellikle evin önünde ve balkona doğru tırmanan birkaç asma, kadife çiçekleri,horoz ibikleri mutlaka dikilmiş olan geniş evlerin dizili olduğu sakin sokaklar ve bu evlerden o sakaklara çıkanların birbirlerini mutlaka selamladıkları, birbirleri ile temel komşu oldukları, iyi, kötü, acı, mutlu her anlarını paylaştıkları, bazen dünür bile oldukları, sokak başındaki bakkal amcanın her gün sipariş üzerine çeyizlerini hazırlamakla meşgul etamin işeyen gençkızlara gülkurusu, fıstık yeşili işleme iplikleri getirdiği, samimiyetin, içtenliğin yitmediği , şehir hayatının kargaşasının asla uğramadığı bir yerdi. Oralar üzüm kültürünün en hasının yaşandığı yerlerdir. Aşeri üzümlerinin sapına şıra yürümeden toplanmazdı. Üzümler kurutulur ve iğde ile birlikte çerez edilirdi. Her evin bahçesi olur ve iğde ağaçsız bahçe olmazdı. İğde hem tüm kışın kuruyemişini sağlayacak çalı cinsi bir ağaç hem de nazara karşı koyacak en etkili savunmalardan biridir. Her evin bahçesinde olan iğde ağaçlarının bahçe duvarlarından dışarı sarkarak nazarı önlediği, hünnap ağaçlarının kızıl meyvelerinin küpe gibi sallandığı dallarındaki parlak yapraklarının güneş altında ışıl ışıl parladığı Aksaray’ın bu sokaklarında, bayram sabahları çocuklar toplanır, maniler okuyarak kalabalık öbeklere dönüşürler ve sokağa açılan ya da bahçe kapısından girildikten sonra ulaşılan ev kapılarını erkenden çalar, evin sahibi hanım kimlerin geldiğini çok iyi bildiği için kapıyı hazırlıklı açar, elindeki porselen ya da cam şeker kasesini uzatır, çocuklar bazen avuçlayarak bazen de eğer ilk bayramlaşma anlarıysa bu tarzda benim gibi, mahçup bir şekilde dümdüz mısır püskülü sarılığındaki kahküllü saçlarıyla başlarını öne eğer, bir tane şeker alır ve teşekkür ederdi. Bu arada beyaz saten üzerine ufak ufak çiçek desenli, bele kadar dar, belden itibaren ara ara plileri ile genişlik kazanan ve belinde aynı kumaştan dikilmiş, arkadan fiyonk yapılarak bağlanmış kuşağı olan annenizin bayram için diktiği ve diğer çocukların da özenerek baktığı giysinizi de itina ile sakınırdınız, tozdan, sıçrayacak her hangi bir lekeden. Şeker ikramından sonra içinde iğde, kurutulmuş siyah üzüm hatta bazen ceviz içi de olabilen çerez torbasından ya da kasesinden ceplere çerezler koyulur, cebi olmayanlar yanlarında getirdikleri ve muhtemelen annelerinin kışlık erzakları sakladığı Amerikan bezinden keselere, aldıkları şekerleri, yemişleri doldururlardı. Mahallede kapısı çalınacak evler gezilip, bayramlaşma tamamlandıktan sonra eve dönülür ve hayatlarının o ana kadar kazanç hanesine işlenmiş ilk getirileri olan topladıklarını öğünerek anne babalar ve anneanne-babaanne dedelere gösterirlerdi. Kendi anneleri ya da anneanneleri de kendi kapılarına gelen diğer çocuklara aynı ikramları yapmış bulunurlardı.
İlk bayram harçlıkları sabah evdeki bayramlaşmada alınır sonra da gidilen yerlerdeki büyükler, kağıt paralar olarak verdikleri harçlıklarla çocukları hayli zenginleştirirlerdi. Genellikle sofadan açılan odalardan en büyüğü olan misafir odasında sırtınızı halı yastıklara dayayarak sedirler üzerinde otururdunuz ve yerde de mutlaka kökboyanın en halisinin kullanıldığı ve makine halısının hiç bilinmediği hatta bilindiğinde de küçümsendiği, dünyanın en bildiği halılardan biri olan ve aynı adı taşıyan köyde dokunan bir Taşpınar halısı olurdu. Halı yastıkların üzerinde, ucunda yaygı denilen ve dilim dilim ucuyla hareketli bir görünüm kazanan, içinde çiçeklerden, kuşlardan, geometrik şekillere kadar her biri ayrı güzellikte desenler taşıyan dantellerin dikildiği beyaz patiskalar örtülü olurdu. Mangalda kahve pişirilir, yani cezveler mangala sürülürdü eğer kahve içmek isteyen olursa. Bir de Mehmet dedem bana büyük pirinç havanda, havan eli ile sarı leblebi döver ve sonra eklediği toz şeker ile leblebileri birlikte biraz daha döverek leblebi tozu yapardı. Bu tür bir bayram ve çocukluğun yaşanılmasının şimdi olası gözükmediği günlerdi.
Bayramlaşmaya memleketlere gidilir, memleket ve oradaki yakınlar ile bağ koparılmaz ne uzaklarda yalnız kalınır ne de memleketten uzak kalınırdı.
Şimdi bayramda eğer büyükşehirlerde iseniz, olağan günlerdeki kalabalığın, kargaşanın aksine tatil merkezilerini doldurmak üzere akın etmiş kent sakinlerinin yokluğuyla boşalmış ve bu sayede nefes alan yaşadığınız kentin nefes alabilmesi sayesinde de sizin de nefes aldığınız bir ortam görüyorsunuz. Sabah işe gitmek için çıktığınızda günün yoğun saatlerine nispeten daha tenha olmasına rağmen buram buram egzoz kokan sokakların hiç olmazsa bayramlarda araçların azalması ile ya daha az koktuğunu ya da daha normal bir hava teneffüs ettiğinizi hissediyorsunuz. Sokak sokak bayram gezmeleri çok azaldı, bayram ziyaretleri birkaç aile büyüğüne gitmek ile sınırlandı. İğde, kuru siyah üzüm, akide şekeri toplayan çocukların sesleri de artık tatil merkezlerinde su kaydıraklarından kayarak havuza inen çocukların seslerine bıraktı yerlerini.
Hepimizin bayramı kutlu olsun. Daha nicelerine sağlıkla ve mutlulukla..
ACEMIDEMIRCI

14 Eylül 2009 Pazartesi

Kül ve Ateş, yoksa Asi’nin külünden yeni bir ateş mi?

Sanırım bu akşam yeni bir dizi başlayacak Kanal D’de. Kül ve Ateş. Çoktandır bildiğimiz hatta uğruna Asi dizisinin apar topar bitirildiği dizi.
Henüz izlemediğimiz için kesin bir fikrimiz oluşmuş değil dizi hakkında ama edindiğimiz fikirler var elbette Kül ve Ateş üzerine. Benim ilk izlenimim, Asi dizisini apar topa bitiren yani 71. bölümden sonrasını yakan yapımcı bu küllerden yeni bir ateş yakmak için bir uğraşı içinde. Bu yeni ateş, yeni dizi Kül ve Ateş. Pazartesi günleri yayınlanacakmış.
Pazartesi akşamları izlemeye alıştığım ve kayınvalidemin tüm atalarının geçmişinin yaşandığı, babası dışındaki tüm büyüklerinin ora topraklarında yattığı Makedonya’da, Üsküp’te çekilen Elveda Rumeli dizisinden sırf bu dizi için vazgeçebilir miyim bilmiyorum. Bilmiyorum çünkü daha gazete sayfalarında diziden bahseden yazıları süsleyen resimler ve bir öntanıtım bana sanki bir tekrarı izliyorum hissini şiddetle duyumsattı. Neyin tekrarı mı? Bu dizi için bitirilen Asi’nin tekrarı. Tekrarların ya da kopyaların ne kadar tat vereceğini bana hep hatırlatan bir yaşanmış öykü vardır;
Benim mini mini çocukluğumun ve daha sonrasının bir şarkıcısı vardı. Efendi sanatçı diye bilinen bir sanatçı. Ömür Göksel. Onun bir Amerika macerası olmuş. Bunu televizyonda anlatmıştı. Çocuktum ama anlatılan anı, bir çocuğu bile etkileyecek kadar anlamlı olduğu için Ömür Göksel’in o anısını hiç unutmam. Ömür Göksel Amerika’da devam etmek istemiş sanat merdivenlerini tırmanmaya. Kendini tanıtacak, sesini ispatlayacak, dünya çapında bir yıldız olma ümidinin gerçekleştiğini görecek. Bunun için kapıları çalmış. Onlar da sahneye çıkarmışlar sanatını sergilemesi için, sesi ve performansı hakkında kanaat edinmek için, sınav mahiyetinde. Ömür Göksel yanılmıyorsam Tom Jones ya da Frank Sinatra’dan söyleyerek onları ne kadar iyi taklit edebilen bir yetenek olduğunu göstermeye çalışmış. Amerikalılar onu dinlemişler. Kendisine “Evet çok iyi söylüyorsun Tom Jones gibi, belki ondan da iyi Tom Jones’sun ama bizim elimizde zaten bir tane Tom Jones var, sen nasılsın, kendin gibi olduğun zaman tarzın ne, nasıl oluyorsun?” diye sorunca Ömür Göksel o sıralarda bizde modanın kendi gibi olmak değil de Tom Jones ya da Frank Sinatra izdüşümü olmak olduğu için bir şey diyememiş. Bana kalırsa teşekkür etmeliydi, böyle bir ders her zaman alınmaz. O çok önemli bir ders almış olmalı bu girişimi sonucu hayattan.
Gelelim ‘Asi’ ile ‘Kül ve Ateş’’e. Bazı sahneler var öntanıtımda ya da resimlerde. Mesela bir ağaç ev sahnesi var. O ağaç ev Asigiller’in son bölümde altında el salladığı ağaç ev değil mi? Eğer oysa bizim dizimiz ile bize bir başka dizinin reklamı seyrettirilmiş olmalı ki bizler Asi seyircisi olarak dizi uzasın taleplerindeyken bize hem uğruna Asi’nin çok acemice bitirilmesinin gerçekleştirildiği hem de Asi için televizyona kilitlenmiş seyirciye planlı olarak bir sonraki dizi için hazırlanmış ağaç ev altından Asigiller’e el sallatarak sonraki dizinin bir nevi reklamını yapmayı ben güzel bir tavır olarak göremem. Ayrıca iş yeri olarak kullanılan mekan, yine Demir’in şirketinin odası değil mi? İç döşemede ve mimaride bir takım değişiklikler, boyamalar, yapı malzemelerinden yararlanmalarda bulunulmuş ama aynı mekan. Aynı enlem boylam, frekans, metrekare, ışık, aynı köşede masa. Eeee, aynı mekanlara yine para ödenecek idiyse neden Asi sürmedi sorusu akla geliyor. Asi dizisinin bir takım sebepler nedeniyle ille de bitmesi gerektiyse de bize en azından iş yeri olarak başka bir mekan sunmaları çok hoş olurdu zira biz o mekanda Demir’i, Kerim’i, Asi’yi hatta Zafer’i görmeye alıştık ve yine onları arayacağız. Sanki sahnenin bir yerinde Demir çıkagelecek ve kendi koltuğunda oturan oyuncuya oradan kalkmasını ve buranın kendi işyeri olduğunu söyleyiverecekmiş gibi geliyor akıllara. Sanırım hikayenin yine bir hırsızlık ithamı ile iftiraya uğrayan kişinin kırıklıklar içinde, kalbi parçalanmış ve öfke dolmuş olarak memleketini ve sevdiğini terki sonra sevdiğinin artık farklı bir safta yer alan, düşman demeye dilim varmıyor, ailesinin de yaşadığı sılaya dönüşü üzerine kurulmasından, uzun saçların bukleler ile omuzlardan döküldüğü , benim de çok beğendiğim, saç modellerine kadar epeyce benzerlik ile karşılaşacağız. Giysiler ise yine çok şık ve özgün olacak gibi. Ayrıca Serhat Tutumluer de çok başarılı e değerli bir tiyatrocu. Ama Ömür Göksel’in anısını da hep hatırlayacağız. Elimizde zaten bir tane var bu konular ve nakışlar üzerinde yapılandırılmış özgün dizi, Asi. Daha güzeli olsa bile yeni dizi, taklit olarak kalacaksa yazık olur. Sanki öyle gibi de gözüküyor. Haftanın son günü yayınlanan Asi’nin tersine haftanın ilk günü yayınlanması, eğer varsa ki kuvvetle var gözüküyor bu tekrarları görmemizi engellemeyecek. Asi yine tersine akıyor.
ACEMIDEMIRCI

13 Eylül 2009 Pazar

İrlanda'dan...

Sevgili Ozii'nin kamerasından birkaç kare...
Teşekkürler bu güzel fotoğraflar için...

İrlanda-İngiltere sınırındaki bir köy... Küçük ama, dağın arasından çıkarak köye inen doğal şelalesi de dahil olmak üzere muhteşem manzaraları ile ziyaretçileri kendisine çeken bir tatil yöresiymiş...  
Bu da Büyük Okyanus'tan... Sabah saatlerinde suların yaklaşık 200 metre geri çekilmiş hali... Öğleden sonraları inanılmaz yükseliyor ve rengarenk bir hal alıyormuş...

1 Eylül 2009 Salı

Kitaplar hislidir, diziler görsel..

Bir gazetecimiz katıldığı televizyon programında “Yeni kuşak kitap okumuyor, dizi izliyor.” dedi. Bu cümle, bu kısa ve öz yani bir gerçeği özetleyen cümle benim için unutulacak cinsten değildi hatta yazı bile yazılacak türdendi. Dizi ya da filmler kitap okumanın verdiği tadı verebilir mi, yerini tutar mı?
Şimdilerde eski eserlerin dizi halinde çekimi ve bu sayede seyirciye sunularak kitap sayfalarından okunması değil de görsel okunumu yaygınlaştı . Okumak seyir ile yer değiştirdi. Televizyonlar sayesinde. En yakından bildiğimiz de Asi dizisi.. Ve Türk eserlerinden Yaprak Dökümü ile Aşk-ı Memnu. Her iki eser de dizilerin haftalara yayılabileceği uzunlukta ve kalınlıkta kitaplar değiller. Daha önce Aşk-ı Memnu dizi olarak çekilmişti. Aslına sadık kalınarak. Devrin giysileri ve dekoru içinde. Yeni uyarlamasında son model arabalardan, yeni kuşak cep telefonlarından, kitabın bahsettiği dönem ile alakası olmayan günümüz giysilerine kadar kitabın konu aldığı döneme çok yabancı unsurları da içererek eser, güncellenmiş ve katkılanmış halde yepyeni , tanıdık ama başkalaşmış kişiliğiyle dizi olarak çekiliyor. Evin mimarisinden, koltuk takımlarına, çay takımlarından yaşam biçimine kadar eskilere ait bir konuyu, sanki bugün yaşanmaktaymış gibi sunmak üzere gerekli işlemlerden geçirdikten, hazırlıklar yapıldıktan sonra, eski eserler dizi haline getirilince, güncellenerek ,özen içinde allanıp pullanarak, yaldızlarla sıvanarak sunulunca, tüm imkanlar ile çekilince, belirli bir izleyici kitlesi de çekiliyor besbelli.
Kitaplar ile filmler ya da diziler elbette içerikte, kahramanlarda, akışta birbirine benziyor ama asla aynı olamıyor. Kitabın tadı bazen filmde yavan olsa da bulunamıyor. Kitap ile yetinmek ve yavan lezzette bile olmayan filmi hiç görmemiş olmayı istemek bile düşünülebiliyor. Bunu çok bariz olarak ilk kez bir mahkumun hayatını anlattığı ve çok etkilendiğim ‘Kelebek’ kitabını okuduktan sonra filmini izlediğimde burkularak fark etmiştim. Filmden hiç etkilenmemiştim, kitaptaki çoşku, duygular, heyecan filmde bir tutam da olsa yoktu. Çevirisini yapan kişinin de başarısı göz ardı edilemeyeceği Kelebek romanı, çok akıcı, nefes nefese bırakan olayların birbiri ardınca aktığı, denizin, adanın, istiridyenin, incinin, kumun anlatılırken zihninizde canlanmakla kalmayıp, ayaklarınızın ılık deniz suyuna değdiğini sonra da palmiyelerin, hindistan cevizlerinin gölgesinin vurduğu kuma bastığınızı hissettiriyordu, alıp götürüyordu yerlilerin yaşadığı bir adaya sizi satırlar okurken, balıkların lezzetini damağınızda hissediveriyordunuz. Filmi , tüm bu duyumsamaları bir de yaşanılmış ortamları, o denizi, kumu, hindistancevizi ağaçlarını,istiridyeleri, incileri ve aşkı göstereceği için heyecanla beklemiştim ancak filme gittidip izledikten sonra salondan çıkarken bir film mi izledim bir belgesel mi izledim kararsız kalmıştım. Yine de bir mahkum üzerine işlenmiş bir belgesel seyrettiğim kanısı çok ağır basmıştı. Hiçbir duygu katılmamıştı filme. Tıpkı bir belgesel gibi sunulmuştu. Kitap ile film ya da dizi aynı etkileşimi veremeyebiliyor yani
Şu an eski yapıtların yeni dizileri, eserlerdeki kahramanları, olayın ana hatlarını içeriyor ama bir oyuncunun dediği gibi satır araları doldurularak konu genişletiliyor, uzatılıyor yani bir kahraman romanda ayrıldı ve gitti diye veriliyorsa o kahraman nereye gitti, ne yaptı, ne yedi, içti, kimlerle tanıştı gibi ek lenmiş satırlar da satır aralarının açılımı olarak dizide anlatılıyor ve o küçücük birkaç günde okunan kitaplar da birkaç senelik dizilere dönüşüveriyor..
Johann Wolfgang von Goethe’nin bir kitabı vardır, bu kitap ile bir kitap yazmış ve hayatı değişmiştir denilmektedir Gothe için ve okuyucuların pek çoğunun da bir kitap okuyup, hayatlarının değiştiği tanımlaması da yapılır bu kitap için. Pek çok okuyanın romandaki Lotte’nin sevgisiyle dolu genç aşık Werther ile kendilerini özdeşleştirerek mavi ceket sarı pantolon giymesine bile vesile olan bu kitap “Genç Werther'in Acıları”. Gothe Almanca’yı olağanüstü kullanan, anlatımıyla okuyanı esir eden, müptelaya döndüren bir yazar, kelimeleri kullanmakta bir dahi. Almanca’yı çok iyi kullanıyor, Almanca bir hamursa, Gothe o hamurdan her tür ekmeği, acı, tuzlu tatlı her tür lezzeti üretebiliyor. Almancayı çok ustaca kullandığı bu yapıtı yayınlanıyor ve okuyucu sayısının çokluğu bir anda dikkatleri çekiyor. Kitap o kadar etkileyici ki intihar edenler bile oluyor okuduktan sonra. Bunun üzerine başka dillere çevriliyor. Başka dillerde yayınlanıyor. Ancak şu görülüyor ki asla Almanya’daki etki diğer ülkelerde yaşanmıyor, çok şükür ki intihar eden olmuyor o ülkelerde okuyanlar içinde. Bu da aynı eserin farklı anlatımlarına bağlanıyor. Yani Almanca’da Gothe ne kadar başarılı anlattıysa çevirirken yapıtta o etkiler kısmen kaybolabiliyor. Anlatım, farklılıklar kazanabiliyor aynı eser de olsa kimin elinden çıktığına bağlı olarak.
İyi dizileri izlemek çok hoş , çok eğlenceli görsel yönden. Ancak bir kitabı, kağıdın kokusunu duyarak, görsellikte yani dizide kaçırdığınız belki hiç fark etmediğiniz ince ince ayrıntıların usta bir yazar tarafından kelimeler ile oya gibi işlenerek betimlenmesini okumak ve sadece zihninizin ürünü olan o anı, ortamı ,sunulacak görüntüden bağımsız, tamamen farklı olarak zihninizde canlandırmanın tadı bambaşkadır. Kitapta , mutlaka dizide/filmde olmayan, sözcüklerle anlatılabilen tadlar, incelikler, bakışlarla anlatılabilenin ötesinde hisler, gizlenen düşler vardır bizi o kitabın sayfalarına sıkı sıkı bağlayan.
ACEMIDEMIRCI