26 Kasım 2010 Cuma

Çatı Uçuran, Sis Dağıtan, Yüz Okşayan, Saç Savuran: Bahar Yeliyle, Kara Yeliyle Rüzgar

Genizleri yakan, içi daraltan koyu kurşuni renkli sisin çöküp, üstünde kalan mavi, taze ve ferahlatıcı hava ile tüm bağları kestiği günlerin ağırlığını bıçak keser gibi kesip atandır rüzgar. Kirlilikten kurtuluşun, nefes alabilmenin anahtarıdır.

Rüzgara sadece rüzgar denilip geçilemez de. Türlü türlüdür esen yel. Kuzeyden eseni, denizden geleni, dağ esintisi taşıyanı, sabah yeli getireni, keşişlemesi, lodosu, poyrazı, karayeli farklı farklı eser, başka başka değer saçlara, çatılara, yüzlere, ekinlere. Hepsinin sesi de, vuruşu da ayrıdır.

Rüzgarda başaklar salınır da, eğilir de. Rüzgarına göredir eğilim. Serti de olur rüzgarın, okşarcası da. Okşamanın en belirgini ekin tarlarında görülür. Yeşil başakların, sarı olgun ekinlerin esen yelde başlarını yatırmaları, kıvrak olmayan ama soylu bir rakstır.

Saçları savurarak yüze hafifçe bir serinlikle değen rüzgar, en romantik rüzgardır. Filmlerin de vazgeçilmez konusudur bu rüzgar. Erkek, kıza sevgisini ve korumacı davranışını bu rüzgarla çoğunlukla gece serinliğinde gösterir, ceketini kızın ürpermiş omuzlarına koyarak.

Kirli havaların korkusudur rüzgar. Uğultusuyla ve çarptığı kapı pencere sesleriyle geliyorum haberini uçurur ilk, gittiği her yere. Ardından çoklukla yağmur da getirir. O yüzden bereketin ilk adımıdır rüzgar.

Rüzgar aşılayıcıdır. Çiçeklerin tozlarını taşır. Ağaçtan ağaca taşıdığı tozlarla meyveler olur, tohumlar olur. Toroslar’ın koca sedir ağaçlarından beyaz duman gibi yükselen tozlar, rüzgarın onları taşımasını bekler.

Rüzgar, en yüksek sesle dolanırken ağaçtan ağaca, o çiçekten bu çiçeğe, sessiz bir görev içindedir de hem.

Dağların açık havalarında, rüzgar bir başkadır. Yaban çiçeklerinin dokunaklı renklerinden söküp getirir bin bir çiçeğin buram buram ıtırını. Şehirlerde bu yabanıllık yitmiş olsa da, rüzgarın çiçek açmış bir ağaçtan taşıyıp pencere pervazlarına bırakıverdiği iğde kokusu da şehirde duyulabilecek en doyumsuz kokulardandır tıpkı ılık akışlı ıhlamur kokusu gibi.

Her yerin havası, kokusu, rüzgarı ayrıdır, Fethiye civarlarının da. Oralar günlük ağacı ile süslenmiştir. Küçücük günlük ağacı kozalakları ile döşenmiştir yollar. Yol boyunca, ufak çınar yapraklarını andıran yapraklarla dolu dallarını uzatırlar dostça gelip geçene günlük ağaçları.

Günlük kokusu en hatırı sayılır kokulardandır. Çok dar bir bölgenin, nazlı ağacının baş döndüren kokusunu yayar günlük ağaçları, rüzgarın cömert eliyle.

Rüzgar ulaktır, doğanın koşturan sesidir. Kokular serer balkon kapılarına, pencere önlerine günlük ağaçlarından, iğdelerden, kır çiçeklerinden, her renk güllerden çalınmış. Ağaçların, çiçeklerin tozlarını alır götürür onları bekleyen başka ağaçlara, çiçeklere. Rüzgarın haşmetli çığlığını duyan bitkilerin gönlü genişler, tozları taşınacaktır, çoğalacaklardır, bilirler sevinerek.

Rüzgarla depreşir pek çok duygu. Ilık esen bahar rüzgarlarıyla kaynar kanları yeni yetmelerin, yürekleri aşılanmak için sevda çiçeği tozu bekleyenlerin. Toprağı, çam dallarını, dağ başlarını, insanı yorarak geçen kışların bitiminde esmeye başlayan akışkan ılık bahar yelleri, kavak yelleri oluverir çoklukla daha onbeşindekilerin, onyedisindekilerin delikanlı gönüllerinde. Depreştirir ilk gençlik heyecanlarını, yürekleri yerinden fırlatır ılık bahar esintileri körpe yüreklerde. Gönülçelen oluverir kızlar, gönlü çelinen olmaya hazırdır zaten oğlanlar her baharda.

Rüzgarın halleri vardır, delice halleri, uslu, yumuşak başlı tavırları.

Aksaray’daki Güzel Baba Sokağı’nın başında, yıkılıp yerine derme çatma bir bakkal yapıldığı için artık bulunmayan eski ve tarihi Asmalı Çeşme, üç sokak ağzında yer alırdı.

Ana caddeden açı yaparak ayrılan iki sokaktan, tarihi taş Buharalı Derviş Emmi’nin camisinin bulunduğu sokakta, çelimsiz, çöpten çelebi ve yok yoksul biri yaşarmış yarım yüzyıldan fazla bir zaman önce. Bahar rüzgarlarında neşesi yerine gelir, ılgıt ılgıt esen ılık rüzgara karşı yürümeye doyamazmış. Olan tek kıyafetini yaz kış giyen bu kişinin eski gömleğinin düğmeleri çoktan düştüğünden hep bağrı açık gezermiş.

Baharda yüzünü okşayan rüzgarın tatlı okşamalarına ve burcu kokusuna doyamaz, cana gelir, efelenirmiş rüzgara şöyle diyerek “Es koçyiğidin bağrına es”.
Baharın sonu kış elbette. Koçyiğidin bağrına esen bahar rüzgarları güzün sonlarında sert esmeye başlar, hele ayazlarda dondurucu vuruşlarla değerek esermiş. O vakit çelimsiz koçyiğit, üzgün ve sitemkar bir yüzle rüzgara dönüp yakınırmış “Buldun benim gibi bir ceketsiz garibi, es bakalım”.

Çeşme’ye giden yolun artık sonlanmak üzere olduğunu, ilk sağdaki dağlarda gri metal rengini yükselten rüzgar enerjisi için dönüp duran rüzgar santralleri haber verir. Onlar, sesi uğultulu rüzgarı, hiç sesleri çıkmadan hapseder ve başkalaştırır.

Rüzgar, orda aşılanır. Artık aşılayıcı değildir oralarda, ağaçlarda olduğu gibi.

Bu santraller giderek çoğalıyor. Bu da dağların, ovaların, şehirlerin temiz kalmasına, yaşayan görünür görünmez her canlının suyunun, toprağının kirlenmemesine içtenlikle sevinen herkes için muştudur.

Aynı görüntüler birkaç yıldır Datça’da da var.

Çeşme de, Datça da rüzgarın kol gezdiği, esintinin soluklanıp soluklanıp nefesi tükenene kadar yelin her halini üflediği topraklardır. O toprakların rüzgarları, nasıl da faydalı olmaya başladı ışık olarak, karanlıkları aydınlatarak son yıllarda.
Rüzgara sevdalılar vardır. Çalının bülbüle, bülbülün çalının tepesine sevdası kadar bilindik olmasa da sevdaları.

Yelkenlilerin baş tacıdır rüzgar. Salkım saçak, süklüm püklüm duran beyaz yelkenler, hayat öpücüğü olacak bir rüzgar uğultusu bekler canlanmak için. O uğultu canlanacakları ilk nefestir, canları kadar sevdikleri rüzgarla dolacaklarının kulaklarına fısıldanışıdır.

Martı kanatları kadar ak kantlarıdır yelkenler, gemilerin. Açık denizlerin rüzgarları, yelkenlerin cansuyudur, bitmeyen sevdasıdır göğün altında. Hışımla vuran dalgaların üstünde, kamçı gibi vınlayan bir başka sevdadır bu.

Rüzgarla dolunca yelkenlerin bağırları, keyifleri yerine gelir. Alır başlarını giderler süzülerek tepelerinde süzülen martılar gibi. Rüzgarın kanatlarında rüzgar gibi uçarlar masmavi, dalgalı sularda keyiften beyaz beyaz köpürerek denizleri.
Yelkenler, rüzgarla yelkendir, yoksa yitiklikler içindedir.

Yel değirmenleri, rüzgarın yolunu gözleyen, yel ile beslenen, rüzgarın has dostudur. Yeşillikler içinde, yüksekçe kaya diplerinde, tepelerde, su kenarlarında olurlar. Taştan olanlarının güzelliği, doğanın işlemesini taşır. Demir kanatları kuşlara nispet yapar. Demirin pervane dansı, esen yel ile başlar. Rüzgarla coşar, rüzgarla öğütür buğdayı, yulafı, arpayı, çavdarı, mısırı.

En güzelleri de Alaçatı’da, Çeşme’de, Datça’dadır.

Çiftliklerin, kanalların ülkesi Hollanda’daki yel değirmenleri, Ege’nin taş yel değirmenlerinden daha farklıdır. Tahtadan ve sevimlidir. Onları görünce insanın aklına hemen ot damlı, sivri çatılı, önünde kırmızı çiçekler açmış şirin, önünde tavuklara, kazlara yem veren tahta ayakkabıları ile dantelli başlıklı eski Hollanda kızlarının dolandığı eski Hollanda evleri gelir insanın aklına. Masalımsı görüntüler sunar yel değirmenleri. Çocukluğumuz hikaye kitaplarını süsleyenlerden.

Seher, sabah rüzgarının sanki esermişçesine söylenen adıdır. Sabahın seherinde türküler yakılmıştır öten kuşlar için. Sabah yeli, uyku mahmurluğunu dağıtır doğan güneşin kızıl şafağında mahmurca eserken.

Rüzgarın hiddeti, öfkenin en köpürmüşüdür. Esmesin bir kez hiddetle, ne çatı kalır geçtiği yerde ne ağaç. Kökünden söker, çıkarır ağaçları kök saldıkları topraklarından. O ağaçlar onmazlar da bir daha.

Şiddetli rüzgarın kökünden söküp attığı zeytin ağacımız, biz yazın oraya varana kadar kökü dışarıda geçirmiş kışı da baharı da. Yazın, tekrar yerine diktik kökü kışın soğuğunda açıkta kalmış zeytini. Rüzgar, köklerini acıta acıta onu söküp çıkarmasın bir kez daha topraktan dışarıya diye dibine çok iri onlarca taş koyduk, zeytinin gövdesini sağlamlaştırdık yuvasında. Destekler verdik ona üç yandan.
Zeytin ağacımız, sonraki yıllarda rüzgarın şiddetinin acımasız olduğu kışlarda bile bir daha topraktan köküyle birlikte çıkmadı ama üçüncü senesinde kurudu.

Rüzgar, elektrik olur kimi yerlerde, santrallerden geçerek aydınlatır da, hiddetle koşarak hayatları karartır da. Evsiz de bırakır, köysüz de. Silip süpürebilir koca bir kasabayı, önüne kattığı gibi havalarda savurarak çatıları, pencereleri.
Rüzgarın yakınıdır hortumlar. Kadim dosttur rüzgar ile hortum.

Eskiden pek olmazdı buralarda hortumlar ancak artık özellikle rüzgarlı günlerde yapılan şehirlerarası yolculuklarda hortum görmek olağandışı değil. Üstelik çoğu da hakkıyla hortum. Bazen denizden koşarak geliyor hortum, koca bir filin burnundan kopmuş gibi, döne döne, dumanlı, koyuluklar içinde, grinin, koyu mavinin en hiddete bürünmüş rengine boyalı olarak.

Denizden esen rüzgarların en bilindik olanı imbatlardır. İzmir’in esintisidir imbat. İmbat eserken deniz kenarındaki bir camekanlı satıcıdan alınan ve denize karşı yenilen boyozların lezzeti ikiye katlanır.

Rüzgar, bir uğultudur. Tepelerin yalnızlığının şarkısıdır dağ esintileri. Yosunlu kayaların üzerinde gezinen görünmez gezgin, ağaç yapraklarının salınışını tatlı bir mırıltıya bürüyen çırpınıştır rüzgar.

Denizin çırpıntısıdır, yelkenin sevdasıdır, özlemidir yel. Ara sıra uzaklaşıp sonra dönüp dolaşıp yine gelen, ele avuca sığmaz kanatlarıdır yelkenlilerin.

Rüzgarın rengi yoktur ama hayat, rüzgarla renklenir. Doğa soluklanır rüzgarla, ekinler titrek bir dansa geçer rüzgar onların başlarına değince, başlarını döndürünce .

Diriltir rüzgar. Tazeler bedeni, duyguları. Uyandırır. Havasızlıktan bunalmış, sersemlemiş başların sersemliklerine son verse de, kamçı hışmıyla eserek döverse yüzleri, bu kez de rüzgar sersemletir.

Kapalı ortamlardan, havasız odalardan, kasvetli anlardan kurtuluş, rüzgarın yumuşak elinin saçlarda, yüzde dolaşmasıyla olur. Tazelik saçar bu okşayış. İçini titretir insanın, kendine getirir.

Tepelerde dolaşırken bir rüzgar uğultusu duymamışsanız, o tepe o gün yalnızdır. Hüzünlüdür şarkısını söyleyememekten. O dolaşmada da noksan bir yan vardır. Tepelerin korosu sadece kuş seslerinden oluşmaz ille rüzgarın uğultulu sesi de olacaktır.

Kestane, kocakarı, kırlangıç fırtınaları önce güçlüce bir rüzgarla başlar. Gök açılır, ufuk alabildiğine görünür rüzgar böyle eserken.Pencereleri, açık balkon kapılarını çarpar içeri dolan rüzgarın derin soluğu. Tülleri dışarı fora eder.

Ağaçlarda eğer kalmışsa tek tük sararmış, kızarmış yaprakları yere düşürür daha ilk esinti. Çıplak ağaç gövdelerinden ta uzaklara savrularak uçuşur kuru yapraklar..

Kestane fırtınasında dökülür at kestaneleri , gizlendikleri koca yaprakların altından. Rüzgarın sesinin yanında cılız bir inlemeyi andıran çığlıklarıyla dikenli kabukları çatlar at kestanelerinin düşerken. Sokaklar, kocaman kahverengi kestaneden boncuklar takınır kaldırım taşlarının üzerlerinde duran..

Bir de içerlerde, derinlerde esen rüzgarlar vardır, ta yüreklerde, gizli köşelerde. Fırtınadır aslında çoğunlukla onlar. Ne fırtınalar kopar gönüllerde kıra döke hiç ses vermeden. Ne bulanık dalgalarda boğarlar o fırtınalar ruhları. Onyedi yaşın kavak yellerline hiç benzemez bu kara yeller. Kırar, yıkar geçer. Viran ettiği de olur geçtiği yürekleri.

Rüzgar, tepelerin, yükseklerin efendisidir, ovaların aşılayıcısıdır, şehirlerin bulanık havasını silip süpürüp temizleyendir. Kırların, hercai renkler üzerinde tatlı tatlı mırıldanan eli, kara bulutlu havaların hiddetle kükreyen sesi, ağaç yapraklarını şen şakrak oynatan üfürük, çiçeklere kaçamak buseler konduran dokunuştur rüzgar, görünmeden serince.

Rüzgar, hayatın esmesidir. Hayatın tazelenmesi, soluk almasıdır. Çiçeklerin, ağaçların, yelkenlerin, yel değirmenlerinin yolunu gözlediği görünmez yolcudur. Okşayarak da gelir, yıka yıka da. En tatlı mırıltılarla da sokulur, kükreyerek de. Sisli havalarda en özlenendir. Pusun korkusudur. Hayattır, hayat verir.

ACEMIDEMIRCI
acemidemirci@gmail.com

22 Kasım 2010 Pazartesi

Haksızlığa uğramış bir sayı: Aslında uğurlu olsa da batılca uğursuz bellenen 13

Uğursuzluk denilince akla ilk gelenlerdendir 13. Merdivenaltı gibi, karakedi gibi.

Oysa onca deprem, felaket, acı olay, yangın, yıkım, ölüm, her sayı ile ifade edilen, haftanın her gününe denk gelen herhangi bir tarihte olabilir, olmuştur da.

Neden 13, onca sayı içinde karalanan, uğursuzlukla damgalanan sayı olmuştur.Ne olmuş da 13'lü sayılarla ifade edilen günlerden bile korkulur olmuştur hele de 13'lü gün Cuma ise. Öyle bir vaveyla kopar ki bazen, afişlere bile işlenir.13 sayısının neden bu kadar ürküldüğü, korkulduğu, kaçıldığının cevabı işte bu sorunun birebir cevabıdır aslında.

Elbette vaveylalar durduk yerde kopmamış, kopartan bir ilk kıvılcım, akabinde de yangınlar olmuştur diye düşünmek hiç de yanlış olmaz.

13 sayısı bizim topraklarımız, geleneklerimiz ve inançlarımız, batıl inançlarımız içinde uğursuzluk payesi ile nitelenmemiş hiç. Bu paye çok uzaklardan gelmiş.Irak ellerin yaban payesi yani.

O uzaklar, daha önce, tarihte, 13 sayısı ile yüzleşmişler, onlar için hüzün olan sonuçların tarihlerinin mutlak değeri, mutlak ve mutlak olarak 13 sayısını vermiş.
Oysa o tarihlerde onlar üzülürken biz bir zaferle, bir muştuyla, bir çağı kapatıp bir çağı açarak tarihin akışına yön vermekle, sevinçler içinde yüzüyormuşuz.

13 sayısı değil uğursuzluk olabilecek en olmazların oluşuyla en uğurlu tarihlerin mutlak değeri olmuş bize. Bizi sevindirmiş 13 ama uğurlu olarak nam salmamış salmasına hiç buralarda ancak üzülenlerce lanetlenecek kadar uğursuz bulunmuş.
Mutlak değerleri 13 olan o tarihi günler, kazananlar olarak uğursuzluğun bizim yanımızdan hiç geçmediği ama elbette bir kazanan varsa bir de kaybeden olacağı gerçeğini kaybedenlere adamakıllı öğrettiği için, kaybeden olmayı öğrenenlerce o tarihlerin mutlak değeri olan 13, uğursuz addedilmiş. Oysa kazanan taraf, 13 sayısını uğurlu addedecekken buna yanaşmamış dahası zaman içinde uğursuz kabul edenlerin kabullerini kabullenmiş bir çırpıda tarihi unutuverip.

Bu tarihlerden en bilinenlerden biri İstanbul'un fethidir.

İstanbul 1473 senesinde, Fatih Sultan Mehmet zamanında Türkler tarafından fethedilmiştir, bunu bilmeyenimiz yoktur.

Zorlu akınlar, onca başarısız denemelerden sonra İstanbul adlı dünya istiridyesinin biricik has incisini takınmak, bir ülke için ne denli sevindirici, unutulmaz, gerçekleşmesi en olasısız sanılan başarı ise, o inciyi takınmaktan mahrum kalanlar için de o denli unutulmaz bir yenilgi ve kayıptır kuşkusuz.

Surdan zincirli, ada ada mineli, mavi boğaz dalgalı safir kenar taşlı, Haliç adlı altın boynuzdan yüzük kaşı, Galata Kulesi adlı ışıltısı, Kız Kulesi adlı yontusu, kenarını çevreleyen sarıçamlı tepelerden zümrüt taşlarıyla o inci, bembeyaz, anamızın sütü gibi ak, kimlerce kurulup, onlarca kez kimlerce yönetilmiş olmasına karşın bulutlar gibi saf yüzük taşımız oluvermiş haritamıza 1473 yılında.

1453 sayısında yer alan her bir rakamı birbiri ile toplayınca elde edilen sayı yani mutlak değer, 13'dür. Yüzükten haritamıza, İstanbul adlı eşi olmayan has inci taşımızı oturttuğumuz gün, mutlak değer 13 olan bir yılın içindedir, 1453 yılının.

Bizim sevindiğimiz gündür zafer esintili bir 1453 yılı Mayıs günü. Bize müjdelenen gündür. Beklenilen gündür. Asırların rüyasının gerçekleştiği o tek bir gündür. Taşını nicedir bekleyen yüzüğümüze, İstanbul'un, inci taş olduğu gündür.

O aynı gün, nicedir sağlam olmayan, yorgun, kıymeti bilinmedik, kirletilmiş, taşı yerinden oynayan eski başka bir yüzüğün taşsız kaldığı gündür. Mutlak değeri 13 olan o aynı gün, bir yüzüğün taşına kavuştuğu diğer yüzüğün taşının düştüğü gündür..

Yine bir toplum için ilahi armağan, erişilmez bir nimet, karanlığın korkusu, aydınlığın kendisi, ışığın zerrecikleri olan doğumların ya da doğuma giden ilk oluşların başlangıcı, başka toplumlar için kurulu düzenlerin sarsılması, allanıp pullanarak çirkinliği, kötülüğü yaldızla sıvalanmış alışılmış ya da tesis edilmiş yerleşik her şeyin, yanlışların, kandırmacaların, doğru bildiklerin, doğru gösterilenlerin, derme çatma, iğreti oluşumların çöküşünün denk geldiği tarihlerin mutlak değeri de 13'dür.

Talas Nehri kıyısında Araplar ve Çinliler arasında gerçekleşen savaşı Araplar kazanınca, Türk tarihi de yeni bir yön kazandı.

Bu savaş 751 yılında olmuştu. Mutlak değeri 13 olan bir tarihte. Türkler, bu savaştan sonra İslamiyeti tanıdı, Sonra şaman dinini bıraktı, yeni inançlarla donandı. Donanmakla kalmadı donattı bile bir değil iki değil üç kıtada. Bilmem kaçıncı imparatorluğunu kurdu, yüzüğüne inci taşlar ekleyecek fetihler yaptı.
Yine Müslüman kitlenin, İslam dini mensuplarının yani bizlerin Peygamberi Hz. Muhammed Mustafa, 571 yılında, Nisan ayında doğmuş yani mutlak değeri 13 olan bir yılda.

Bir de Fransız Kralı, kendisi için tehdit gördüğü ve Fransa’da enikonu neredeyse kendisi kadar söz sahibi bir grubun mensuplarını, 13 Ekim 1307 Cuma günü tümüyle yok ettirmiştir. İşte 13 Cuma o günden sonra farklı bellenmiştir denilmektedir. Yani 13 Cuma’nın uğursuz bilinmesi o gün ile başlamıştır. Bizim tarihimizle ve İslam inancıyla hiçbir ilgisi yoktur tıpkı İstanbul Salı günü fethedildiği için Salı günlerinin Rum kadınlarca uğursuz bellenmesi ve sonradan bunu Rum kadınlardan öğrenen Türk kadınların buna onlardan daha fazla inanmaları gibi.

Eminim 13 mutlak değeri ile anlatılacak daha pek çok tarihi gün var ancak 13 sayısının kimler için nasıl farklı anlamlara sahip olduğunu göstermek için bu örnekler yeter de artar bile.

Ben, 13 sayısının bizler tarafından bu denli horlanmasını benimsememekle birlikte ve 13 sayısının bize defalarca uğramış tarihi uğuruna rağmen içimizden 13'ü uğursuz addedenlerin bunu neden böyle kabul ettiklerini, haklı bir gerekçelerinin olup olmadığını da merak ederdim. Belki bir olay yaşadılar da böyle düşünmeye, davranmaya başladılar diye düşündüğüm de olmuştur 13 sayısına önyargılı tüm yaklaşımlar karşısında.

Çoğunun aslında hiç de öyle olmadığını sadece kulaktan dolma bilgiler ya da 13 Cuma günleri konu edilmiş dehşet dolu anlarla dolu yabancı menşeili filmler izlemenin sonunda böyle düşündüklerini öğrendiğimde, peşin hükümlü olmak hakkındaki görgüm zenginleşti.

Peşinen kabul etmek, peşin hükümlü olmak demektir. Ancak nasıl da kolaylıkla peşin hükümlü olunabildiğini, ben de yakınlarda yaşayarak öğrendim. Hem de 13 sayısı sayesinde.

Bir ev almak, başa da bir çok iş almak demekmiş. Yeni bir ev demek, yeni pek çok koşuşturma, bir olgunun bir kerede değil üç beş kerede halledilmesi demekmiş.
Bazı şeyler bizi çok meşgul etti evin ilk günlerinde hatta ilk aylarında. Bunlardan biri de telefonumuzdu.

Artık başka bir mahalleli olduğumuz için telefon numaramızın da değişmesi gerekiyordu. O güne dek kullandığımız numaramızı bırakacak ve yeni mahallemize ait bir numaraya dönüştürecektik. Alıştığımız eski yedi haneli sayılardan kopacak yeni bir yedili ezberleyecektik.

Eve bağlı bir telefon hattı olmadan evdeki bazı etkenler etkinleşemiyordu. Bunlardan biri de internetti. Yeni numara alacak ancak önce eskisini iptal edecektik. Artık aramızda onlarca otobüs durağı bulunan en azından kırk dakikada gidilebilen eski mahallemizde yer alan postahaneye gittik o mahalleye ait numaramızı iptal edebilmek amacıyla.

Bu işlerin oldukça acemisiydik. Bu yaşımızda, borç harç, bireysel emeklilik, kurum vakıfları gibi tüm üyelikleri sonlandırarak ve banka kredisi de çekerek henüz bir ev alabilmiştik uzak bir mahalleden. İlk kez de telefon numarası değiştirecektik mahalle değişikliği nedeniyle.

Postahanedeki görevliye durumumuzu anlattık. Artık eski evimiz ile ilişiğimiz kalmayacağını, dolayısıyla eski mahallemize ait telefon numarası ile işimizin bittiğini, başka mahalleye gideceğimizi, o mahallede de elbette o mahallenin numarasını kullanacağımızı anlattık. İstediğimiz şey, şu an itibariyle eski numaramızın üzerimizden düşmesi ve kullanacağımız yeni numaramızın üzerimize geçmesiydi.

Yeni bir telefon numarası alma işleminde birkaç telefon numarasından birini seçme şansınızın olduğunu duymuştuk. Biz de postahanedeki işimizi halledecek erkek görevliye, içimizin ısınacağı bir numara seçmek istediğimizi söyledik. Onun bilgisayar başında, gözleri ekranda biraz da umursamaz halli, ilgisiz tavırlı çalışmasını izlemeye koyulduk.

Kolaylıkla ezberleyeceğimiz, benimseyebileceğimiz bir numara seçmeyi beklerken yeni numaramızın içinde olmasını istediğimiz sayılar hakkında dileklerde bulunarak.kendi aramızda da konuşuyorduk eşimle.

Görevli bize dönerek numaramızı seçtiğini belirtip yeni numaramızı bize söyledi. Biz numaramızı bizim seçeceğimizi sanıyorduk, bizim yerimize bizim numaramızı bizzat kendisi seçen görevliye numaramızı bizim seçmemizin mümkün olup olmayacağını sorduk. Kendi telefonumuza ait numarayı biz seçmek isterdik. Bizde uykusuzmuş hissi bırakan görevli, numarayı kendisinin seçtiğini ve bizim için yeni bir numaranın mümkün olmayacağını söyledi. Bize sormadan, bizim fikrimizi almadan ekranda gördüğü numaralar arasından bizim numaramızı kendi kendine belirlemişti görevli bey.
Kendisine teşekkür ederek yeni numaramızı not ettik. Bugün o numaradan aklımda kalan tek rakam içinde 13 rakamının yer almasıydı.Yeni telefon numaramızın son iki rakamı 13 idi.

Eşimle gözgöze geldik 13 sayısını duyunca. Aklımıza en ilk gelen uğursuzluk olmuştu. 13'ün çağrıştırdığı başlıca kavramdı uğursuzluk. Ürpermiştik. Batıl inanç filan diye düşünmemiştik bile 13'ün uğradığı hışmı. Eni konu korkmuştuk hatta 13 kulağımıza değince.

Postahaneden çıktığımızda tüm Bahçelievler yağmur ile yıkanıyordu. Postahaneye gelirken bulutlu olan havanın yerini bardaktan boşanırcasına yağan ve iliklerimize kadar bizi ıslatan bir yağışın aldığını görünce acaba 13'ün getirilerine mi yakalandık diye düşündüysek de yağmurun rahmet olduğunu hatırlayarak yanılıyor olacağımıza karar verdik. O gün Ankara yağışlıydı ve biz de yağışa yakalanmıştık diye düşündük.

Bahçelievler mahallesi sakinlerinin çok yakından bildiği araç parkı için yer bulamamak ve bu nedenle birkaç sokak ötelere kadar gidip epeyce uzakta park etmek zaten oralarda senelerce yaşamışlar olarak bize yabancı bir durum değildi. Kanıksadığımız ama her defasında da söylendiğimiz olgulardan biriydi.
Sicim gibi yağan yağmur altında tek şemsiye altına sığınarak birkaç sokak ötedeki arabamıza iliklerimize kadar ıslanmış olarak vardık. Arabanın içine kendimizi atıp, arabanın üstüne düşen yağmur damlalarının bir türküde söylendiği gibi pıt diye düşmelerini ve biraz da ısınmayı bekliyorduk Mart ayının soğuğunda.

Eşim arabamızın anahtarını almak elini cebine götürdü. Anahtar o cebinde değildi. Diğer cebine baktı, orada da yoktu. Montunun cebinde de yoktu anahtar. Olsa olsa postahanede bırakmış olmalıydık anahtarı.

Bir an önce gidip bulmalıydık arabamızın anahtarını. Ucunda arabanın markasına ait amblem bulunan anahtarlığı bulan kötü niyetli birinin, arabayı amblemden dolayı kısa sürede bulması ve dilediğini yapması mümkündü. Telaşlandık bu olasılığı düşününce.
Yağmur daha da artmıştı. Hava üşütüyordu. Oldukça ıslanmıştık. Biran önce yağmur altında ıslanmaktan kurtulmak, damlaların düşüş sesini dinleyerek keyifle seyretmek istiyorduk yağmuru sıcak bir şeyler içerek oturduğumuz yerden.

Ama öyle olmadı. Giderek daha da şiddetlenen yağmurun altında tekrar postahaneye dönmek üzere yürüdük. Anahtarımız, postahanedeki oturduğumuz hiçbir koltuğun önündeki sehpada yoktu. Doğrusu endişelendik. Postahaneden ayrılmadan önce bir de güvenlik görevlisine sormak istedik. Anahtarımızın birisi tarafından bulunup, teslim edilmiş olabileceğini umarak.

Öyle de olmuştu. Anahtarı bulan birisi arabamızın anahtarını güvenlik görevlisine teslim etmişti.

Güvenlik görevlisi, arabanın markasını, anahtarlığın neye benzediğini sorarak anahtarlığın bize ait olduğundan iyice emin olduktan sonra bize teslim etti. Bu arada üzerimizden akan yağmur suları, postahanenin zeminine damlıyor ve geçtiğimiz yerlerin ıslanmasına neden oluyordu.

Anahtarımız ile birlikte postahaneden çıktık, olanca gücüyle yağan yağmur altında uzakça park ettiğimiz arabamıza ilerledik. Yağmur sularının sığ bir dereye dönüşüp aktığı sokaklarda, haşin yağmur damlalarıyla ıslanarak. Arabaya biner binmez derin bir oh çeksek de ıslak gocuklarımız, oturduğumuz yerleri de ıslattığı için rahatsızlığımız eve kadar sürdü. Üstümüzden çıkardığımız gocuklarımızın kuruması birkaç gün aldı.

Artık bir telefon numaramız vardı. İş, bu numarayı eve taşıtmaktı şimdiden sonra.
Yeni semtimizin postahanesine başvurarak yeni numaramızı evimize bağlatmak istedik.
Yetkili ekip geldiğinde eşim evdeydi. Ben de akşama eve dönünce yeni numaramızın çalışıyor olduğunu görmekten mutluluk duyacağımı bekliyordum.

Eşime telefon açtığımda, ekibin geldiğini ancak evdeki hiçbir telefon girişinin çalışmadığını, apartmanın telefon ankastresinden bizim haneye gidiş olmadığını bu nedenle hattımızın eve çekilemediğini söyledi.

Çok şaşırmıştım. Eşimle aynı kuşkuya düşmüştük yine. Acaba sonu 13 rakamı ile biten telefon numaramız nedeniyle mi bütün bunlar başımıza geliyordu. 13'ün gadrine mi uğruyorduk. Uğursuz 13 mü neden oluyordu bu ardı arkası gelmeyen tersliklere.

Elektrikçi çağırdık telefon bağlantımız ile ilgili sorunu çözmesi için. Gelenler bir şeyler yapsa da telefonun çalışmasını sağlayamadılar. Bunun kendi işleri olmadığını ve telefon idaresi tarafından halledilebilecek bir konu olduğunu söylediler. Tekrar yeni semtimiz postahanesine başvurduk. Onların cevabı da aynıydı. Hat yoktu, giriş yoktu, bizim hanemize hat döşenmediği için yapabilecekleri bir şey yoktu onlar da başka yerleri göstererek oralara başvurmamızı söylediler.

Bu şekilde birkaç hafta dolandık. Oradan oraya, oradan da başka bir yere gönderiliyorduk. Her yeni noktadan daha önce duyduğumuz aynı cevabı alıyorduk. Bu konu kendi konuları değildi, telefonumuzu onlar bağlayamazdı..

O kadar yorulmuştuk ki, böyle bir çağda basit bir telefon bağlatma işi için bunca emek ve zaman harcamak ve tüm bu harcamanın sonucunda da elimizin boş kalması ağrımıza gitmişti. Suçlu aramaya da gerek yoktu. Olsa olsa sonu 13 ile biten telefon numaramız suçlu olmalıydı. Ne de olsa 13 uğursuz bir rakamdı.

Telefon numaramızı değiştirmeye karar verdik bunca tersliğin tek sorumlusu olarak gördüğümüz 13 rakamından kurtulmak amacıyla. Her ne kadar daha evimize bağlanmamış olsa da birkaç kez kapımıza kadar gelmiş ama hat olmadığından evimize çekilememiş numaramızı hiç kullanmadan değiştirmeye karar verdik. Yılmıştık, usanmıştık, yorulmuştuk uğraşmaktan.13 başımıza ne işler açmıştı.

Bu kez de numaramızı değiştirmek istediğimiz halde numaramızı değiştiremiyorduk. Zira numaramızı bize eski semtimizdeki postahane vermişti o halde değiştirme işlemini de oranın gerekiyordu. Bu değişikliği yapabilmek, bir iş gününü izin olarak kullanmam demekti. Taşınma işlemi zaten izin kullanma oranının en yükseklere ulaştığı günler anlamında olduğundan bir kez daha izin almak istemememe, çok daha gerekli zamanlarda izin kullanmak arzuma rağmen bu işi çözümleyebilmek için izin aldım.

Yeniden eski mahallemize ve postahanemize gittik. Bu kez bizimle başka bir görevli ilgileniyordu. Konuşkan, sempatik, candan ilgilenen bir bayan görevli.
Orada oluş nedenimizi, böyle bir çağda evimize bir telefon bağlatmamızın bir ayı geçkin bir süredir mümkün olamadığını, tek sorumlu olarak da sonu 13 ile biten telefon numaramızı gördüğümüzü söyleyince yüzünde belirgin bir tebessüm oluşan bayan görevlinin bizim nelerle boğuştuğumuzu anlaması uzun sürmedi. Daha bir canla başla sarıldı bizim telefon işimize.

Bu arada ben onca yıl kullandığımız eski numaramızın birine verilip verilmediğini sordum. Öyle ya bunca yıllık numaramızdı, bunca yıllık adresimiz ve telefon numaramızdan kopmuştuk şimdi bir başkası o numarayı kullanıyor muydu bilmek istemiştim.

Bize giderek ısınan, yardım etmek için elinden geleni yapan bayan görevli, numaramızın kullanılıp kullanılmadığını bize söyleyebileceğini bildirip ekrana baktı. Yüzündeki tebessümün donakaldığını ve bakışlarının ciddileştiğini hemen fark ettik. Birden telaşlanmıştı. Numaranın hala bizde gözüktüğünü, üzerimizden düşülmediğini, sadece kapatıldığını duyunca sanırım aynı ciddi bakışlar bizim yüzümüze de oturdu. İptal etmek istediğimiz numaramız yalnızca kapatılmıştı ve sahibi hala bizdik.

Eğer ben o soruyu sırf basit bir merak sonucu sormamış olsa imişim, numara senelerce üzerimizde kalacak bu sırada numaranın hala üzerimizde olduğunu bilmediğimiz için borçları ödenmeyecek ve bir gün faizi ile birlikte ödenmesi neredeyse imkansız bir borcu haber veren bir dava ile karşılaşabilecek olduğumuzu duyunca büsbütün şaşırdık. Bu numaranın derhal bizden düşmesi gerekiyordu. Başımıza açabileceği dertlerden ancak bu yolla kurtulabilecektik.

Yirmi yıl sonra bu tür davalarla, üzerlerinden düştüğünü sandıkları oysa sadece kapatılmış telefonlara ait borçlarla karşılaşan ve o borçları ödeyebilmek için malını mülkünü satanlar olduğunu öğrenince şaşkınlığımızı atıp sevinmemiz gerektiğini bilsek de sevinç boyutuna geçmek kolay olmadı. Derhal hala üzerimizde gözüken telefonun iptal işlemlerini gerçekleştirdi yardımsever bayan görevli. Bu işlemler oldukça uzun sürüyor ve işlemin her bir ayağı, bir kuyrukta uzunca beklemek anlamına geliyordu.

O postahanede yarım günden fazla zaman harcadık. Sonu 13 ile biten yeni numaramızı değiştirmek için gitmiştik oraya. Oysa iptal edilmiş olduğunu sandığımız ama aslında sadece kapatılmış olan ve hala üzerimizde gözüken eski numaramızı iptal ederek ve o ana kadar da birikmiş olan borçlarını ödeyerek ayrılmıştık. Sonu 13 ile biten numaramızı değiştirmeyi hatırlayacak vaktimiz bile olmamıştı. Neye niyet neye kısmet denilen bir gün olmuştu bizim için.

Kısa bir süre sonra yeniden izin alarak numaramızı değiştirmek için Emek 8. Caddedeki özel bir telefon hattı satan işyerine uğradım. Oradaki hanıma durumu anlattım.

Bana, numara seçme hakkımız olduğunu, bilgisayarda 10 adet numara sunulduğunu ve bu numaralardan istediğimizi seçebileceğimiz söyledi. Hemen ekrana dönüp, işleme başladı.

Karşısına gelen on adet, yeni semtimize ait numarayı okumaya başladı. Numaralardan iki ya da üç tanesi bizim kulağımıza hoş gelecek, bizce kolay benimsenecek numaralardı.

Eşime telefon açarak beğendiğim bu numaraları söyledim.O da benim en çok istediğim numarayı isteyince sonu 13 ile biten numaramızı değiştirdik. Artık kayıtlı olarak bizim ama hat olarak eve çekilemeyen yeni numaramızı ne yapıp edip evimize taşımak, telefon ile mevcut olabilecek bazı imkanlarımıza da yeniden kavuşmak gerekiyordu.

Artık başvuracağımız bir yer de kalmamıştı. Yeni semtimizin postahenesine bir telefon açmaktan başka çarem de yoktu. Konu telefondu, o halde sorumlular da telefon işleriyle uğraşanlar olmalıydı. Telefonumuzun bağlanması için telefondan sorumlu kuruma bir telefon açmamın yeterli olması gerekirdi.

O telefonu açtım. Bizi hemen tanıdılar.

Telefon bağlatmak için yaptığımız yolculuğun çetelesini çıkardım, bunca yere başvurduğumuzu ve oralardan sürekli olarak başka yere yönlendirildiğimizi, bu noktalardan hiçbiri tarafından bir ayı geçkin süredir hala evimize telefonumuzun bağlanamadığını, sorumlu kurum olarak telefon hattımızın eve çekilmesi ve hattımızın kullanılabilir olması için onları beklediğimizi söyledim.

Bir tarih vererek o gün geleceklerini söylediler. Geldiler de.

İnşaat sırasında yapılacakken yapılmamış işleri, aslında bir elektrikçinin yapacağı tüm işlemleri bir günü bulan bir çaba sonucunda halleden telefon görevlisinin çabasının ardından evimize telefon bağlandığını yeni numaramızdan ilk beni arayan eşim sayesinde öğrendim. Bir telefon zilinin bu kadar zor çalacağını hiç düşünmemiştim teknolojinin bu yaşında, geldiği bu noktada. Geç çalmıştı, zor çalmıştı ama işte sonunda bizim evden, bizim yeni numaramızdan aranan iş telefonum çalmıştı. Duyduğun en zorlu zil sesiydi bu.

Telefonumuzun ilk faturası gelmiş ve ödendiğine ait belgeyi dosyalamıştım. Telefona ait alt dosyada daha önceki hiç kullanmadan iptal ettiğimiz sonu 13 ile biten telefon numaramıza ait evrakları gördüm. Bize ne büyük iyiliği dokunan, hiç kullanmadığımız numaramızı. 13'lü numaramızı.

13... Ne kadar suçlamıştık biz bu sayıyı. Sırf telefonumuzun son rakamları olduğundan dolayı postahanede anahtarımızı unutuşumuzdan, tekrar tekrar yağmur altında ıslanmamızdan ve sonra yaşadığımız tersliklerden hep 13 sayısını sorumlu tutmuş, 13'ü suçlamıştık.

Oysa telefonumuzun sonu 13 ile bitmeseydi biz o numarayı değiştirmeyi düşünmeyecektik.

Numarayı değiştirmeyi düşünmediğimiz takdirde de eski evimizde kullandığımız eski mahallemize ait numaranın sadece kapatıldığını ve üzerimizden düşülmediğini, seneler sonra birikecek borç ve faizi yüzünden başımıza ne işler açabileceğini bilemeyecek ve bu dertten kurtulamayacaktık.

13, bize uğursuz gelmemişti. 13 uğursuz değil, oyuncu bir sayıydı.

Bize ne oyunlar etmişti onu uğursuz bilelim, değiştirmeye kalkalım da başımıza işler açacak büyük bir sorundan haberdar olabilelim diye.

Daha sonu 13 ile biten numarayı alır almaz anahtarımızı kaybetmiş, sırılsıklam ıslanmış, üşümüştük. Bir türlü sonu 13 ile biten numaramızı eve bağlatamamıştık, her girişimimiz başarısızlıkla sonuçlanmış, bağlamaya gelen her ekip bu işi bir başka ekibe bırakmıştı.

Sonunda tüm bu yorgunluğun, hayal kırıklığının telefon numaramız nedeniyle daha doğrusu son iki rakamı nedeniyle olduğu düşüncesine o kadar kendimizi kaptırmıştık ki bu numara bize daha kötü numaralar yapmadan ondan kurtulalım istemiştik. Kurtulmak için postahaneye gittiğimizde de büyük bir hatanın kurbanı olduğumuzu öğrenerek başımıza çok büyük işler açacak bir sıkıntıdan kurtulmuştuk. Yani son onlu hanesi 13 olan telefon numaramızdan kurtulmak için gittiğimiz postahaneden, 13'lü telefon numaramızdan kurtulamadan ama 13 sayısı sayesinde postahanedeki görevlinin hatası yüzünden başımıza işler açacak çok ciddi bir sorundan az bir zararla kurtulmuştuk.

İleride başımıza çok büyük işler, hatta davalar açacak sıkıntıyı başımızdan defeden unsur, başımızdan atmak istediğimiz ve uğursuzlukla itham ettiğimiz 13 sayısı olmuştu. 13 sayesinde hiç haberimiz olmadan başımıza gelen bir aksilikten, 13'ten kurtulmak isterken haberimiz olmuş ve kurtulmuş, giderek büyüyecek ve altından kalkılması zor belki de imkansız olacak borç ve birikecek faizi sorunundan tamamen şans eseri haberdar olarak o sorunu daha baş vermeden halletmiştik. Tüm bunlar, kurtulmaya çalıştığımız 13 sayesinde olmuştu. Biz 13'den kurtulmadan o bizi büyük bir beladan kurtarmıştı. 13 sayısına müteşekkir kalmıştık.

13 bize uğurlu gelmişti. Gözümüzü açmak için bizi çok uğraştırmış, bizi koşuşturmuştu ama sonunda kendisi feda etmek bahasına bizi düze çıkarmış ve sessiz sedasız da yerini başka bir numaraya bırakarak gitmişti.

Kim ne derse desin. Biri için uğursuz olan, başkası için hem de çok uğurlu olabilir. Bizim için çok uğraşan 13 sayısının, bize ne kadar uğurlu olduğu gibi.
Önyargısız, peşin hükümsüz, başkasının doğrusu olduğu için bizim doğrumuz olmayan dosdoğru hükümler varken sağdan soldan toplanan, oradan buradan devşirme doğrular; bizi doğru olmayan hükümlere sürükleyebiliyor. Masum bir sayıyı, uğursuz bir güce bile çevirebiliyor.

ACEMIDEMIRCI
acemidemirci@gmail.com

25 Ekim 2010 Pazartesi

Etten kemikten, ağlayan ağlatan, annesiz olamayan: İnsan

Anneme ithaftır.

Her insan içinde saklar gizli kırılganlığını. Kaya gibi, kale gibi gözükse de. Dağ gibi dursa,taş gibi gözükse de.

İnsan etten kemikten değil mi sonuçta. Etten kemikten olup da kanamayan olur mu? Kanayan yaranın da acımadığı olur mu?

Herkes gönlünün sesini dinler. Usludur kimi gönüller kimisininki de deli.
Uslu da olsa gönüller deli de her gönül sırça mayalıdır. Tuz buz da edilebilir, sakınılabilir de . Ama hepsinin birer gözyaşı şişesi olduğu ne zamanlar gelip geçer yaşam boyu.

Yüz hatları, kaba elleri sert olabilir insanların, ama sol yanlarında hepsi bir yürek taşır. Herkes bir kalp atışı kadar daha dünyadadır. Kalpler kırılır, kalpler gözükmez ama dil yaralarını, ayrılık acılarını, yitirmişlikleri, aldatılmışlıları , sevinçleri gizlice saklayan not defterleridir onlar.

İçi başka dışı başka derken aslında içindekilerini dışına vurmadan yaşayanları kast ederiz. İçi kan ağlasa da yüzü gülenlerden mesela.

Dışı güçlüyken içi kırılganlar da bu başkalığı yaşayanlardır, dimdik olmak tercihi çoktan yapılmış ayakta durulurken içerdeki sırça köşk, ne depremler atlatmış, ne fırtınalarda damı akmış, kiremitleri uçmuş, kırılmış, duvarları su emmiş, nemlenmiş, küf bağlamıştır.

Her gönül yaşamıştır sırça köşkünün karşı koyduğu fırtınaları. Bazen de koyamadığı kasırgaları.

Hayatın sabah yeli de olur, rüzgarı da, fırtınası da olur kasırgası da diyebilerek fırtınanın hasarını tadarken, kırılan sırça köşkün cam parçaları oraya buraya batmış kanatırken işe koyulmak, kendi gönlünü onarmak için gönüllü amele olmak, güçlü olmanın gerçek tanımıdır.

Güçlü olabilmek bazen maddi güç olarak anlaşılsa da manen güçlü olabilmek maddiyatla da elde edilebilen br şey olmadığından gerçek anlamda güçlü olabilmektir.
Güçlü ya da güçsüz, ayakta ya da sürünen her yürek sıcak dokunuşları duyumsamak ister.

Her kulak, en yumuşak tonda seslerle seslenişler işitmek ister. Ses dalgaları, kulağından içine işlesin ister ağıları temizleyip içini ağarta ağarta..

Hani şöyle dostça ya da içten sözcüklerin sıcaklığında ısınmak, katı bakışların, ağır , kaldırılamayacak, bıçak izi bırakan kelimelerin yüzüne de arkasından da edilmemesini arzular normalde insanlar.

Güzel bir sözün nasıl bir ilaç olduğunu bilmeyen yoktur. Yumuşaktır hem de yumuşatır güzel sözler. Merhem gibidirler.Yaraları iyileştirir, yara olmayan yerlerin de nasır bağlamaktan, katılaşmaktan uzak kalmasını sağlarlar.

Güzel sözler kadar güzel gülüşler de aydınlık bir lisandır. Daha ilkten en olumlu dalgaları yayan sade bir lisan.

Bir şefkatli elin dokunuşuyla hissedilenler, ruha masajdır. Ağlayan bir çocuğun başını okşama, sıkıntıdaki bir arkadaşın sırtına dostça dokunuş, yapayalnız bir yaşlıyla bir kaç laf etme, ben buradayım, sen yalnız değilsin, düşünülüyorsun demektir.

Herkesin istediği,başını koyacak bir omuzdur. Her baş, aynı zamanda yaslanacak bir omuz da olabilmelidir.

Omuzlar en sorumluluk taşıyan yerlerdir. Omuzlarda ağlanır, sorumluklar omuzlara yüklenir, hayatın tüm ağırlıkları omuzlarda taşınır.

Omuzlar da bazen kendi arkasında duracak başka omuzlar ister.

En çılgın haykırışlarla bağıran, gözlerinden yaşlar saçarak tehdit savuran kızgın insanlar görürüz. Onları yolda, okulda, işte her an görmeyiz ama dizilerde, filmlerde onlardan sıkça vardır.

Bir sevgi dokunuşu, sıcak bir söz, ben sana yakınım mesajını vererek ona dokunan, omzuna atılan bir el olmamıştır onların hayatında kolay kolay.

Kaç yaşında olursa olsun bir insan canı yanınca “Anne” der. Anne der çünkü anne, sevgidir. Karşılıksız her türlü vericiliğin tanımıdır anne. Baş okşamadır, gözyaşlarını silmedir, yüzünü sevmektir, sırtını sıvaşlamadır.

Sevginin doyula doyula yaşandığı tek kucaktır anne.

Nerede olursa olsun başı sıkışınca yardıma koşacak tek yakındır belki de.
Anne sadece sever, korur, okşar, sevgiyle dokunur.

Düştüğümüzde, canımız yandığında, sırtımızdan hançerlendiğimizde hep “Anne” deriz. Tek kelime vardır o anlarda edilebilen. Sadece “Anne”.

“Anne” demek, sevgi istemektir. Sevilmeye, korunmaya, bakılmaya ihtiyaç duyulduğunu anlatan tüm cümlelerin tek kelimelik özetidir anne sözcüğü. Yetişkinlikte bile ne denli çocuk ve aciz kalınabildiğini itiraftır anne diye haykırış.

Anneler de sevilmek ister. Anneler de “Anne” diyebilmek ister. Ama bazı anneler, annesizdir.

Bazı annelerin anneleri hiç olmamıştır. Onlar daha bebekken, daha küçücükken anneleri göçmüştür bu dünyadan.

Anne nasıl olur, nasıl sever, nasıl kızar, azarlar hiç bilememiştir annesiz anneler. O yüzden de nasıl kızılır, azarlanılır hatta nasıl sevilir hiç bilemezler.
Kimileri yakınlarınca büyütülmüş ve anne sevgisine neredeyse ulaşmışlardır ama yine de ait oldukları kucakta büyümediklerini hep hissetmişlerdir.

Annesiz anneler anne ararken anne olurlarsa, yavruları, hem çocukları hem de anneleri olabilir.

Canından doğduklarının kucaklarında büyümemiş olabilirler ama canlarından doğurduklarını kucaklarında büyütürken onların sevgisinde anne de olmuşlardır, anne olduklarının yavruları da.

Annesiz anneler, aynada hep bir anne görseler de, gerçek bir annenin neye benzediğini hiç bilmemenin acısını hep yaşarlar. Onların sırça kökleri hep bir yanında derin bir çatlak taşır. Annesizlik kırığı. Bu kırık hiç yapışmaz, hiç yok olmaz.

İnsan bu. Kırılmamak için kırar, üzülmemek için üzer.

Ağı da olur derman da ama derman olmak zordur.

Teselli etmek hem de nasıl zordur. Teselli edecek sözcükler yoktur ki., daha icat olmamıştır o sözcükler. Gözyaşlarını hangi sihirli sözcük bir çırpıda durdurabilir. Sözcükler değil ama zaman yapar bu tedaviyi.

Ne kadar teselli edilemeyecek durumlar olsa da, sözcükler ne kadar yetersiz, dil dökenler ne kadar aciz kalsa da yine de istenir yakında bulunanlardan yatıştırıcı çabalar.

Dil dökmek, teselliye çalışmak, yakınlarda olmak, düşünmek; kederleri gidermek için orada olmak anlamına geldir. Bu yüzden istenir işte en istenmedik durumlara düşüldüğünde yakınlar, eş dost, arkadaşlar uzakta olmasın, hemen dibinde olsun insanın. Omuz olsun, uzanan el olsun istenir yanıbaşlarda zorlu günlerde.

Duygu, coşku, öfke, acı, sevgi, yalnızlık her insanca çok iyi bilinir. Her nefes alışta, her an birisiyle içiçeyizdir bu etkileyenlerden. Şımartacağımız etkileyeni iyi seçmemiz lazım. Öfke, yalnızlık, acı vermek gibi seçenekler sadece karşıdakileri etkilemez, hırpalamaz, yormaz, bunları seçenleri de için için yiyip bitiren bir semiz kurttur. Meyve kurdu gibidir. Kemirdiği meyve, uygun gönüllerdir.

İtilmişlikten, dışlanmışlıktan, ilgisiz ve sevgisizlikten duyduğu üzüntü, acı, gözyaşları olmuş, gözyaşları içinde kalmış birine en güzel söz yumuşak bir bakış ve uzatılan bir eldir.

Bir el. Çok şey demektir.

Vermek demektir. Dokunmak demektir. Yara sarıcıdır.

Kaç yaşında olursa olsun gönlü kırık bir insan, annesinin kucağında, annesinin şefkatli eli saçsız başını kavrayarak göğsüne bastırırken sevildiğini duyacak, korunduğunu hissedecek kucaklanılmış, sahiplenilmiş olduğunu duyumsayacak bir bebek gibi aynen bu muameleyi görmek ister. Sarılıp, sarmalanmayı, insan olmanın dikeni, çakılı, sivri kayalıkları olan ağlamaklı anlarında, başının sıcak bir göğse bastırılmasını ister.

Çocuklar da ister bunu. Anneler de babalar da. Güçlü görünenler de. En güçsüzler de. İnsan, insanca bir sarmalamayla insan gibi kucaklanmak ister anne kucağı gibi kucaklarda.

ACEMIDEMIRCI
acemidemirci@gmail.com

7 Eylül 2010 Salı

Dolu başaklar gibi durabilmek: Olgunluk

“Olgun başak eğik durur eğer dikse içi koftur” lafını bir başka severim.

Sadece başak burcu olmam nedeniyle değil bu sevgi. Bir hali, özlüce ve kestirmeden bu denli anlaşılır anlatan sapsade bir açıklama olmasındandır bu lafa değer verişim.

Başaklar... Buğday tanesinden çillenir. Tek bir taneden. Toprağa düşen bir tek taneden.Topraktan baş verir. Herkesin ezdiği, üzerine basıp geçtiği ama herkese en cömertçe her şeyini veren topraktan. Hani Mevlana demişti ya..

Yağmur yer, güneş görür, yenidoğan bebeklerin saçları gibi cılız mı cılız görülür ilk. Bebek saçı gibidir, açmışcasına kaplar yüzeyi. Cılız bir yeşildir önceleri.Boy atar gün be gün. Dolgun yeşil başaklara dönüşür dik duran yeşil gövdeler.Sıcaklar altında yeşil solar, buğday sarısına çalar.

Başak, olgun başak olma yolculuğunu tek başına başaramaz. Önce topraktan baş verip yeşil filizini gösterir karanlıktan, gün ışığına uzayarak.. Sonra da güneşin ve bereketli yağmur sularının altında sabırla, emekle kazanır eğik duran dolu başak olmayı.

Tek başak tanesinden onlarca tane oluşur. Yeşilken daha diktir bir başağın tarlada duruşu. Hamken yani. Rüzgarda salınmaları, eğilmeleri bir ahenktir uzanıp giden gökyüzü altında yayılıp giden uçsuz bucaksız tarlalarda.

En zarif eğiliş başakların dalgalanmasında görülür. Yeşil başaklar, esintinin eğdiği yöne renk oyunlarıyla bezenmiş dalgalar oluşturarak yatarken, olgun başaklar dolu dolu başlarının ağırlığını taşımakta güçlük çeken ince gövdeleri üzerinde başlarını bükerler, rüzgar olsa da olmasa da.Sessiz bir saygı içindedirler en saygı duyulacak nimetlerdenken buğdaylar.

Başları yana düşüktür. Başları dopdoludur. Bereketle dolmuştur içleri.

Başları, olmuş, dolmuş, besleyici nimetle doludur. Dopdoludur. Dopdolu başağın başı eğiktir. O baş dik durmaz çünkü doludur.

Eğik durmak ne eğikliktir ne ezikliktir. Karşıdakine hürmettir. Karşıdaki her zaman olgun bir başak olmayabilir.

Dolu insanla boş insan farkı elbette mecazi bir yakıştırmadır. Doluluk bilgide, öğrenmişlikte, görüp geçirmişlikte, görüp geçirmişliğin çıkarımlarını kullanmakta, insan olunduğunu, insanı insan yapan özellikleri unutmadan yaşamakta, insan kimyasının yakıcı, söndürücü, sulayıcı, delici, onarıcı pek çok nitelikten oluştuğunu peşin peşin kabul etmektedir.

İnsan vücudunun dörtte üçü sudan oluşuyor. Kimyamız böyle.

Her insanın suyu, ayrı pınardan çıkar. Kaynaklar bir değildir. Kimi kaynağın suyu ekşi, kimi kaymağın suyu şeker gibi, kimi kaynağın suyu acı mı acıdır. Hatta zehir gibi olanları da bulunur.

Yeşil başak dimdik durma özelliğindeyken, güneşin altında kavrulmuş, herkesin ihtiyacı olan taneleri sunan sarı başaklar, dik durmayı çoktan bırakmışlardır.

Bir orakla destelere dönüşecek olan olgun başaklar, olgunluğunu sadece renklerinden değil doluluklarını gösteren, bükülmeden eğilmeleriyle de anlatırlar.

Toprağa düşmüş, suyu, yağmuru, doluyu, üstüne basıp ezen acımasız ayakları, buğday tarlasında dolanırken sırf eğlence niyetine sapını ağzında tutmak için başağın başını bir anda gövdesinden koparan hoyrat elleri görmüştür onlar.

Kasketinin altındaki yüzü erkenden kırışmış, güneşin sıcağında yüzü gözü tere bulanmış çiftçinin geçim kaynağı olduklarını görmüştür başaklar.. Eğer iyi bir hasat olursa mutluluğu, düğünleri, doyan karınları, eğer dolu, sel, kuraklık olursa, kurak toprağa düşen gözyaşlarını görmüştür.

Başaklar bükülmezler, eğilirler.

Onları olgunlaştıran, dopdolu, tane tane yapan toprağa, havaya, suya, yağmura eken, diken, biçen ellere, öğüten değirmene, hamur yapan anaya, ekmek yapan fırın işçisine eğilirler saygıyla.


Başağın olmuşluğu, havadan, sudan, insan elinden yontulur . Bunu bilir başaklar. Olgunlaştıkça eğilir onlara saygıdan bu yüzden. Olgunluğunu sağlayanlara eğilir sessiz ya da rüzgarda dalgalı yatışlarıyla hafiften bir mırıltıyla.

Olgunluk , doygunluk getirir. Bu gurur yeter başaklara.

Buğday sarısı renginden, eğik duruşuna kadar anlatır görüntüsü olgunluğunu dolu başakların. Daha söze gerek var mıdır dik durmak gibilerinden?

ACEMIDEMIRCI
acemidemirci@gmail.com

31 Ağustos 2010 Salı

Benliğimizin imzası: Uslup

Ne ince sanattır uslup.. Hani daha çok yazım alanında kullanılan bir sözcüktür sadece oysa. Bir niteleme. Belirleme.

Hani yazarlar altına isimlerini eklemeseler de bir yazıyı okurken anlatımdan, betimlemelerden, seçilen sözcüklerden, satırların renginden, yazarı anında tanıyıverdiğimiz tarz.

Her şeyde bir uslup vardır inceden ya da kaba saba.Sadece yazarların uslubu olmaz elbette.

Sadece edebiyat ve edebiyatçılar için kullanılan bir sözcük değil uslup ..
Ama her alanda da kullanılmaz bu kelime. Futbolcular için uslubu var denmez. Onların oyun tarzları vardır.

Uslup, ayak sesleridir bir benliğin. Dışavurumu, soyut niteliklerin somuta dönüşmüşüdür. Hani benliğimizin imzası olan. Hani içimizde olup da görülmeyen kavramları somutlaştıran, korkularımızın, öfkelerimizin, yalnızlıklarımızın, acemiliklerimizin, saflıklarımızın bir anlatım ile karşıdakilere yansıyıp, bizi betimleyen renk tonumuz vardır ya, onun adı usluptur..İçimizin alası, yüreğimizin karası, alnımızın akının rengidir.

Ah şu uslup dedikleri.. Ne yaman bir göstergedir. Kimileyin çarpıcı, kimileyin yıldırıcı.

Söylediklerimiz ne kadar doğru olsa da, söyleyiş biçimimiz doğru olmazsa yani uslubumuz yanlışsa, söylediklerimizin bir hükmü belki de hiç olmaz.
Leb demeden leblebiyi anlayanların, fırtına kopmadan fırtınanın kokusunu duyabilenlerin, her şeyden önce tedbirli olmayı benimseyenlerin, duygularını kontrol edenlerin, hissi davranmayanların, dolduruşa gelmeyenlerin, akla ilk gelene takılıp kalmayanların ve görünenin göründüğü gibi olduğuna iyice emin olmadan inanmayanların uslubu ile tamamiyle tersini yapanların uslubu, davranış biçimleri birbirinden çok uzaktır.

Bir evi döşeme, başlı başına bir usluptur.

Evler farklı farklı döşenir. Çeşit çeşit yorumlar katılır tek bir odaya değişik döşeyiciler eliyle. Aynı oda, üst üste her seferinde ayrı bir elden döşenseydi ve bozulup yeniden döşenseydi, her farklı elden çıkışta başka bir kişiliğe bürünür, bambaşka bir yer olurdu.

Bambaşkalık aslında bambaşka usluplardır, tarzlardır.

Apayrı bir dünyayı yansıtır her seferinde her bir elden çıkan sadece tek ve aynı oda. Aynı pencereler aynı gülmezdi, kimileyin çiçeklerle neşelenir, kimileyin koyu renkli ağır kumaştan perdeler ile sarmalanırdı. Duvarlar iç de açardı, ruhu da boğardı. Tabiat içeriye de taşınabilirdi, kasvet alabildiğine hüküm de sürebilirdi uslup ve iç dünyanın elele vermesiyle aynı odanın farklı ellerden çıktığı anlarda.
Kimi geometrik şekillerin hakim olduğu mobilyaları seçer evini dayayıp döşerken, kimi minimalisttir. Kimi otantik eşyalara bezer o aynı odayı, kimi antikalarla döşer. Bir de kır ve çiftlik evlerini yansıtan tarzlar vardır ki bakmalara doyum olmaz. Kareli ve çiçekli kumaşlardan döşemeler, perdeler, minderler, sepetler, pencerelerde rustikler, ahşabın sıcaklığı yumuşak, tatlı ve naif bir havanın hakim olduğu bir ortam oluşturur aynı odada.

Hayatımızı en etkileyen uslup, kuşkusuz kendi uslubumuzdur. Nasıl anlattığımız, neyi ne kadar anlattığımız, nasıl anladığımızdır uslubumuzun iskeleti.
İletişimi doğrudan etkiliyor uslubumuz. Bizi anlaşılır da yapabiliyor çekilmez de.
Söylenilenler yetersiz, yanlış, olgun olmasa da uslup onu çekici, dinlenilir yapabilir.

Doğru şeyleri yanlış uslupla söylediğimiz için doğru sonuç almadığımız, doğru anlaşılmadığımız mutlaka olmuştur. Eğer bu hep oluyorsa, doğruyu söylesek de uslubumuz yanlışsa, epeyce şanssızız demektir. Doğruyu, doğru biçimde söylemiyoruz anlamındadır bu.

Anlatılanı ustaca, usturubuyla allayıp pullamak, şirinlikler yapmak, en stresli ortamda gülünebilir bir şeyler söyleyebilmek cesaretini göstermek, yerinde ve sıcak tebessümler ile ortamı gevşetip ısıtmak, ille de dinlemek, dinlediklerinden karşıdakilerin beklentilerini belirleyip ona göre bir anlatım yolu bulmak, geçerli ve yapıcı bir uslup oluyor çoğu kez.

Doğru usluba sahipsek, doğruyu yanlış uslupla anlatandan çok daha başarılı oluyoruz. Elde etmek istediklerimize yorulmadan ulaşıyor, onca çaba harcamadan, helak olmadan kolayca işlerin altından kalkıyoruz.

Şimdilerde duygusal zekaca üstün gibi nitelemelere sahip olan bu tür kişiler, öteden beri elbette bu özellikleriyle fark edilen insanlar olagelmişler.
“Bir işi kırk kişi yapamaz ama o yapar” gibi, “deliksiz kabağa girer” gibi, “yılanı deliğinden çıkarır “ gibi tanımlamalarla vurgulanmış, doğru usluba sahip insanların özellikleri..

Yani eskilerin onları tanımlamasıyla “allem edip kallem edip” işi kıvamına getirenlerdir doğru uslup sahipleri. Doğru söyleseler de yanlış usluba sahip olanlar ise, başlarına iş de açabilirler, bir çuval inciri de berbat edebilirler ya da kötü duruma dahi düşebilirler. Neyi, nasıl, ne zaman söyleyeceğini bilmek, doğru uslubun şaşmaz şartlarından olmuştur hep.

Doğru usluba sahip olmayan bir kişi ne kadar didinse, çırpına çırpına uğraşsa da bir konuyu istenilen tava kolay kolay getiremez, yola koyamazken, doğru usluba sahip yani yolu yordamınca, karşıdakinin içini okuyarak konuya el atan kişi, öyle uzun uzadıya uğraşmadan, tereyağından kıl çekercesine güle oynaya işleri halleder.
Doğru uslup, belki geliştirilebilen bir özellik olsa bile bu niteliğe doğuştan sahip insanlara yetişmek pek mümkün gibi gözükmüyor.

Doğarken farklı yeteneklerle, özelliklerle, sağlık şartlarıyla doğuyoruz.
Taş devrinde doğanlarda kuşkusuz usluptan çok, bambaşka nitelikler değerliydi, öncelikliydi.

İletişim mutlaka bu kadar önde ve öncelikli değildi o zamanlar. Onlar ne edebiyatçı olmak için uğraşacaklardı önce barınma ve doyma varken ne de onca yorgunluktan sonra uzun uzun sohbet edebilecek zamanları bunca yorgunluğun ardından uyku çekip, dinlenmek ve dışarıdan gelebilecek tehlikelere karşı tetikte olmak, yırtıcı hayvan seslerine uykuda bile duyarlı olmak varken. O günkü şatlara dayanabilecek, avlanabilecek, tehlikeleri bertaraf edebilecek, barınmayı sağlayabilecek kadar kuvvetli bir fizik yapı ve hava durumunu, avlanma şartlarını ve tarihlerini kavrayabilecek, takip edebilecek bir zeka, o çağda en geçerli nitelikler olmalı. Hayatta kalmayı, zorlukların üstesinden gelmeyi sağlayacak bedensel güç ve anlak, o zamanın en gözde değerleriydi kesinlikle. Uslup diye bir konu henüz keşfedilmemiş olmalıydı. Olsa olsa avlanmada uslup olabilirdi taş devrinde.

Karanlık dönemlerde itaat, en büyük erdemken iletişim, uslup üzerine konuşma pek mümkün olamamıştır herhalde. Beklenen tek uslubun boyun eğip, itaat etmek ve razı olmak tavırlarından oluştuğu geçmiş çağlarda.

Nasıl bugün uslup gözde niteliklerden biriyse, her çağın kendine göre önde tutulan nitelikleri varmış. Hatta peygamberlerin gösterdikleri mucizelerin de kendi çağlarında geçerli olan gözde niteliklere uygun olduğu bilinir.
Hz. Musa zamanında büyü, sihir konuları rağbetteymiş. O yüzden Hz. Musa'nın asası yılan olarak diğer yılanları yutmuş.

Hz. İsa zamanında tıp çok rağbetteymiş. Hz. İsa ölüyü dirilterek o çağda en çok ilgi gören alanda mucizesini göstermiş.

Peygamberimiz Hz. Muhammed zamanında edebiyat öndeymiş ve Kur'an'ı Kerim şiirsel bir dille inmiş, diğer mucizelerinin yanı sıra..

Okuyanın, aynı konuyu bilenin çok, aynı yeterliliğe ulaşmışların hayli kabarık sayıda, iş olasılığın az olduğu günümüzde değerler, önceki zamanların değerlerine hiç benzemiyor.

Doğru usluba sahip bir kişi, kendinden zekaca ve hatta eğitimce daha önde, çok ileride olanların önüne geçebiliyor.

Bu çağ, teknolojinin uzakları yakın, görünmez yerleri anında görünür, duyulamaz mesafedekileri bir ahize kadar yakınlaştırdığı çağ, biliyoruz. Karanlık geceler, ışımak için sadece ay ışığına mahkum olmaktan çıktı nicedir. Gürül gürül akan sulara hükmedildi. Denizin derinliklerindekilerden de, uzayın karanlıklarındakilerden de haberdarız. Bunların olağan ve sıradan olduğu çağın içindeyiz.

Okuyanın, eğitilenin, okyanus aşırı yerler ve medeniyetler görenlerin, karadan, havadan denizden yolculuk yapanların çok olduğu bir çağda, aynı imkandan yararlanan, aynı eğitimden geçenlerin sayısı giderek daha da artıyor.

Dışarıdan sağlanabilecekleri yani eğitimi ya da bazı becerileri sağlamış olanların alabildiğine çok olduğu günlerdeyiz yani.

Aynilikleri taşıyan insanları ayrı yapan unsur, usluplar oluyor. Hatta bazen aynilikler taşımadan da bile öne çıkarıyor uslup bir kişiyi.

Uslup, söylediklerimizin, bakışlarımızın, davranışlarımızın,ses tonumuzun, yaklaşımlarımızın, konuyu ele alışımızın, seçtiğimiz kelimelerin, detaya iniş ya da inmeyişlerimizin altında bir imza olarak duruyor. İmzamız olarak. Bizi tanımlıyor.

Bizi yoradabiliyor, hem de nasıl kolaylık da katabiliyor hayatımıza. Telefonumuzun çalış sayısını da belirliyor, eğitimimizi, yetiştirilişimizi bir kalemde silebiliyor daha az eğitimliler yanında, onca diplomalarımızı bir kağıt parçasına çevirebiliyor yanlış uslup, acımaksızın verilmiş emeklere..

Yani uslup, ustaca,usulca ama usluca uğurlu da olabiliyor uğursuz da.

ACEMIDEMIRCI
acemidemirci@gmail.com

16 Ağustos 2010 Pazartesi

Zekeriya Sofrasının ardından...Bir yaz geçerken Datça, Çeşme ve Bursa zeytin ağaçlarının arasından ıslak sıcaklığıyla

Bütün kış beklenir yaz.Sıcak bir düş olarak.

Koca aylar boyunca yolu gözlenir Temmuz'un, Ağustos'un..

Yağan karın donmasıyla yürünmez hale gelen sokaklarda, iyice açılmış kombilerin evleri ısıtmada yetersiz kaldığında. Günler kısalıp güdükleştiğinde, buzlu, ıslak, kaygan yollarda araba kullanmak korkulu rüya haline gelip, üstüste, katkat giyinmek bir de bu giysileri gün boyu taşımak zorunluluğunu her hissedilişte.

Yorgunluklar eni konu arttığında, Nisan, Mayıs ayı gelir gelmez daha, bünye bir yerlere gitmeyi özlediğini, alıştığı seyahatlere çıkmayı beklediğini iyiden iyiye hissettirdiğinde.

Yaz gözlerde tüter böyle durumlarda. Bir düş olur dinlenme, tatil, deniz, yayla, dağ, tırmanış, yüzme, tembelce uzanma, sabah erken kalkmama. Saat kurmama, haftanın günlerinden hangisinde olduğunu umursamama. Tarihi hatırlamasak da olur keyfinin alabildiğine çıkarıldığı günlerdir yaz ile gelen tatil günleri.

Yaz bir anlamda tatil demektir. Uzun ve olağan tatiller yazın yaşanır. Yolculuk için en uygun koşullar yazın mevcuttur.

Onca aydır beklenen, neredeyse bir yıldır düşü kurulan yaz ayları da, tatil de bu yıl da geldi. Gözüktü yollar.

Genellikle yapıldığı gibi yaz tatili öncesi yapılan hazırlıklara mutlaka bu yaz da günler öncesinden başlanıldı. Her şeyin, soğuk aylar boyunca özlenen, sadece birkaç hafta sürecek zaman ile kısıtlı tatile uygun ve yerinde olmasına çalışıldı.

Benim içinde böyleydi bu yıla kadar. Tatil hazırlığı bir ince işti bu seneye dek.

Bavullar daha neredeyse on gün öndesinden ortaya çıkarılır, fotoğraf makinesinin kartının dolu olmadığından emin olunur, telefonların, fotoğraf makinelerinin ve kameranın şarj aletleri onlar için ayrılmış sırt çantasına özenle yerleştirilirdi. Dürbünler alınır, götürülecek her şeyin listesi yapılırdı.

Yorgun bir yılın içinde olunca, yorgunluğun atılması için beklenilen tatil günleri için gereken ön hazırlıklar, kesinlikle yorgunluğunuzun izlerini taşıyor.

Bir taşınmanın ve yerleşme döneminin ardından, tatile çıkılacak haftadan hemen bir önceki hafta eğer tatil hazırlıklarına değil de bir dileğin dilenip, o dileğin gerçekleşmesi sonucunda tıpkı dileği dilediğiniz sofra gibi sizin de bir Zekeriya Sofrası kurmanız gerekmişse tatil hazırlığığı hiç heyecanlı gelmiyor bile.

Tüm yönlenmeniz, hayli kurallı ve uzun uğraş isteyen ama kurmalara da doyulamayacak bu sofraya kayıyor, bu en mutlu sofraya.

Zekeriya Sofrası pek bilinen bir sofra olmasa da, Zekeriya sofrasının kurulması demek, evvelce bir yerlerde bir Zekeriya Sofrası'na katılmış olmanız ve orada tuttuğunuz dileğin gerçekleşmesinin ardından sizin de bir Zekeriye Sofrası kurmuş olmanız demektir.

Dileklerin tutulduğu Zekeriya Sofrası'nda tutulan dileklerin gerçekleşmesi halinde, dileği gerçekleşence yeni bir Zekeriya Sofrası'nın özellikle Muharrem ayı içerisindekurulması gerekiyormuş.

Zekeriya Sofrası özellikle Cumhuriyet döneminden sonra yaygınlaşmış. Söylentilere göre bu sofra Hicaz'dan gelen bir hanım tarafından tanıtılmış. Balkan göçmenlerinin de bu tür bir sofra kurdukları biliniyor.

Zekeriya Sofrası'nın başlıca kuralı; işlenmemiş, ateş görmemiş, pişmemiş kırk bir çeşit çiğ gıda içermesi. Çörekotundan, yemiş türlerinden, yeşilliklerden, meyvelerden, kaya tuzundan, kavrulmamış susamdan oluşan kırk bir çeşit türle kaplı bir masa. İkramlar sunuluyor Zekeriya Sofrası'nda..

Zekeriya Sofrası'nın kurulmasından önceki gece, sofrayı kuracak kişi, Meryem Suresi ve Yasin Suresini okuyor ve namaz kılarak dua ediyor.

Farklı uygulamar da yapılıyor bu sofralarda. Kimisi sofra açılmadan kırk bir Yasin suresi okuyor, kimisi sofra açılana kadar konuşmuyormuş. Bizim soframızda Meryem ve Yasin sureleri bir kez de tüm davetliler biraradayken okundu ve sofra duası yapıldı.

Dualar bittikten sonra Zekeriya Sofrası'nı kuran kişi, dileğini tuttuğu Zekeriya Sofrası'nda yaktığı ve bir kenarda sakladığı mumu, sofrayı açmadan yakıyor. Katılanlar, birer mum alarak üç Kulfü bir Elham dualarını okuduktan sonra dileğini tutuyor. Masada yanmakta olan mumdan kendi mumunu yakıyor ve kırk bir çeşitten birer birer tadıyor. Sonra da ikramlara geçiyor.

İkram zorunlu değilse bile onca misafir gelince ev sahipleri mutlaka ikramda bulunuyor.

Kimi, çiğden olan sebze ve meyveleri, domatesleri, salatalığı, maydanozu, tereyi, naneyi, yeşil ya da kırmızı biberi, fesleğeni, turbu bir kasede salata olarak sunarken bunların her birini birer çeşit olarak kabul ediyormuş. Ben bu uygulamadan tam emin olamadığım ve daha önce bu sofrayı kurmuş pek öyle sayıca fazla ve yeterli bilgiye sahip kişi de tanımadığım için kırk bir çeşidi ayrı ayrı kaplarda, kaselerde masaya koydum. Keçiboynuzundan, kavrulmamış kabak çekirdeği ve ayçekirdeğinden, çiğ fıstığa kadar her türlü yemiş; fesleğen, roka, tere, dere otundan, marul çeşitlerine kadar yeşillikle donattığım masada ikramlarımı koyacak yer kalmadı.

İkinci bir masa hazırlayarak ve sehpa görevi yapan ceviz sandığın üzerine bir örtü örterek ikramları yerleştirdim.

Kısmetli sofra olduğunu görüp sevindim. Kız kardeşim ve küçük kızı bir gün önce İstanbul'dan, erkek kardeşim ve eşi sofranın kurulmasından az sonra Çeşme'den, sofra tam kalkmadan ve dibini bulmuş mumlar sönmeden de komşum Kıbrıs'tan gelip sofraya katıldılar.

Yazın ortası, Temmuz'un buram buram, alev alev tütüp, ortalığı yaktığı günler olmasına rağmen katılabilmek için tatile hafta sonu yerine sofranın kurulduğu Pazar gününün sonrasında yani Pazartesi günü çıkanları takdir ettim. Herkesin bir dileği vardır ve böyle bir gün dileklerin bir kez daha dillendirilmesi için öyle kolayca aranılıp bulunacak bir gün değildir.

Sofra kurma hazırlıklarına epeyce önceden başlamak gerekiyor. Önce bekleyebilir nitelikte olan yemiş gibi, tuz gibi gıdalar alınıyor. Masada kırk bir çeşidi oluşturacak gıdaların farklı farklı olması ve bazılarının diyelim ki kimyon tohumu gibilerin ha deyince bulunamaması, alışveriş programının akıllıca yapılmasını gerektiriyor.

Özellikle yeşillikleri, sebzeleri ve meyveleri almak ve yıkamak oyalayıcı ve yorucu. Yeşillikler çok bekleyemeyeceği ve buzdolabı hepsini alamayacağı için onları sofra kurmaya yakın bir zamanda almalı.

Zekeriya Sofrası'nı kurma sırasında yaşanan yorgunluk, şikayet edilmeyecek bir yorgunluk. Böyle bir yorgunluğu yaşamanın hazzı yanında, zonklayan, altlarından alevler çıkan ayaklarınızı dinlemeyip, gülümseyerek koşturduğunuz bir yorgunluk. Hep böyle yorgunlukların içinde olmayı, bu yorgunluklarla mutlu olmayı diliyorum.

Tabak, bardak, çatal, bıçak, kap kaçak kullanımı alışılmışın çok üzerine çıktığı için bu sofra kurulmadan önce davetli sayısı ve evdeki tabak, çatal, bıçak, kaşık, bardak sayısı denkleştirilmeli. Hatta malzemelerin, davetlilerden daha fazla olduğundan emin olunmalı. Zira gelenlerin bir kısmı dilek tutulan bu sofraya, dileği olduğunu bildikleri yakınlarını, arkadaşlarını da getiriyor. Aslında herkesin mutlaka bir dileği vardır söylese de söylemese de açık açık.

Umarım benim, yakınlarımın ve tüm davetlilerimin dilekleri en kısa zamanda gerçekleşir ve alev alev yanan, zonkalayan, koşuşturmaktan şişmiş ayaklarımızın katlandığı tüm yorgunluğu, yüzümüzdeki dileği gerçekleşmiş insanlara has tebessüm ile sustururuz yeni yeni Zekeriya Sofraları kurarken.

Böylesine özel mi özel ve bulunmaz bir sofrayı kurmanın ardından mutfağı dolduran tabaklar, tavalar, kaseler, kaplar kacaklar, iş dönüşleri yıkanarak yeniden yerlerine diziliyorlar, sofra kalksa da işler hemen bitmiyor.

Yemek takımlarını, masa örtülerini yerlerine yerleştirip, kalan yıkanacakları makineye doldurarak geçen birkaç günün sonunda sıra yaz tatili hazırlıklarına geldi.

Henüz birkaç aydır oturmakta olduğumuz evimizde ilk kez tatil hazırlığını üstelik de son derece kısıtlı bir zamanda yaparken, tatil için yanımıza alınacak her gerkesinim duyulabilir eşyanın yeni yerlerini daha tam bilemediğim ortaya çıktı.

En gerekli şeylerden bazılarını yanımıza almadığımızı farkettim biraz gecikmiş olarak, tatile çıkmışken.

İlk uğradığımız nokta Datça idi. Doğallığı, köy sevimliliği, naifliği, küçük kıyı yerleşimi olmaklığı, her geçen yıl biraz daha yitiyor Datça'nın. Genişletilen yollar, giderek artan yazlıklar, alışveriş ihtiyacının artmasıyla daha da çoğalan marketlerle gelen şehirleşme, başkalaştırıyor o canım yarımadayı,Datça'yı.

Datça, sarıçamların reçine kokusuna bürüdüğü dağlarla çevrili. Koyların, köylerin bambaşka olduğu bir ince uzun kara parçası denizde uzanıp giden. Patikaları, kapari çiçekleriyle bezenmiş. Yelkenlilerin nasıl da o güzelliği belleyip, parsellediği, büklerin büklüm büklüm güzelliğinin büyülediği yeşilin, mavinin tonlarıyla boyanmış Datça.

Rüzgarı Çeşme'den iner Datça'nın. Yelin en güçlüsü, görkemlisi Datça Çeşme arasında eser. Sörfçüler, Çeşme ile Datça'dan gayrı adres bilmez. Kozalaklar, sıcakta çıtır çıtır çatlar.Sarıçamların gövdelerinden reçineler buharlaşır, havaya karışır kokuya dönüşerek. Soluğun en rahat alındığı yerdir Datça.Datça'yı en güzel Can Yücel'in anlatır. Taşın en şirin evlere, heykellere, bahçe duvarlarına dönüştüğü, bademinin tadı, kekiğinin kokusu bambaşka yarımadadır Datça.

Koca bir pastanın üzerine spatula izlerini bıraka bıraka sürülmüş bir krema görünümünde sıvanmış evin kapısından girmek üzereyken Datça'nın bize sunduğu beklenmedik bir güzellik ile donup kaldık.

Ortadan kesilmiş bir silindiri andıran kiremitler ile kaplı çatının tam altında, giriş kapısından yukardaydı sürpriz. Tüm görkemiyle, onca emekle yapılmış muhteşem bir kırlangıç yuvasının altındaydık kapıdan girmek üzereyken..

Kırlangıçlar, ağızlarında taşıdığı ve işleyerek özel bir harç haline getirdikleri, topraktan,iri damlalar gibi gözüken, kendilerine has minicik tuğlacıkları duvara o denli ustalıkla yapıştırıp, büyücek bir yuva inşa etmişlerdi ki kapılarının ince hesaplanmış açıklığı bile bizi hayretlere düşürdü. Kırlangıçların ne denli büyük mimarlar olduğunu çoktandır bilmekteydik zaten.

Kahvaltılarda küçük, tatlı yeşil biberler, üç ayaklı ufak saclarda pişen Datça köy ekmeği ile yapmak da bir sabah ayrıcalığdı..Bazlamadan hayli büyük, pide ebadında, çam odunu ateşinde pişen köy ekmeği ile yapılan birkaç kahvaltılik kısa bir konaklamanın ardından Datça'dan Çeşme'ye geçtik.

Çeşme son yıllarda daha girişindeki o koca göbekten ilerleyip, kanal boyunca limana doğru giderken, nasıl bir ,değişikliğe uğratıldığını haykırıyor. Tepelerdeki fıstık çamlarının kesilerek vilların yapıldığı, sahiline sadece bir kış boyunca inşa edilmiş set gibi uzanıp giden, ticari bir sokakla eski Çeşme gitmiş yerine bir yabancı Çeşme gelmiş.

Dik bir meyil üzerine kurulmuş, arkası eski ve enfes taş evlerle kaplı bir mimari harikası olan Çeşme Kalesi görünmez olmuş kıyı boyunca bir kış içinde oluşturulan bir alışveriş sokağı seti ile.

Köyümüz nicedir Çiftlik köy olmaktan çıktı ve Çeşme'nin Çiftlik Mahallesi oldu. Köyün o kendine has özgün girişinin yerinde, her turistik yerde rastlanan iki yanı palmiyelerle kaplı bir kordon oluşturuldu.Yüz yıl önceki fotoğrafları ile şimdiki fotoğrafları arasında sadece cadde ya da sokakta yer alan taşıtların teknolojik gelişim sonucu uğradıkları değişimden başka bir değişiklik göremediğim şehircilik anlayışına ve sahip olunan özgün değerleri koruyabilme bilincine ve erginliğine hayranlığım, saygım ve özlemim yine derinden ve dindirilemez şekilde depreşti.

Son yıllarda kaptan eğitim merkezi olan deniz kenarındaki, bakımsız kalsa da hala oldukça görkemli taş binanın yanından denize dökülen ve ördeklerle kazların yüzüp, deniz ve nehir birleşiminde kanat çırpıtığı nehrimizin de suyu da çekilmiş, neredeyse kurumuş.

Sahildeki o ünlü pidecimizde çok lezzetli pideleri ve çiğbörekleri yerken, köyümüzün bir düzine kazını seyrederdik şimdiye dek. Bu sene onları hiç göremedik. Kalabalık bir sürü halinde yalpalaya yalpalaya koşturan bembeyaz, yumuşacık tüylü uzun boyunlu kazlarımızı.

Evimizin bahçesine neredeyse yirmi yıl önce dikilen meyve ağaçlarımızın henüz hiç meyvesini yiyememiş olsak da Çeşme'deki evimizin onlarla daha bir anlamlandığının her zaman farkındayız.

Mayıs sonundan itibaren olgunlaşan, yaprakları gösterişli ve alımlı bir ağaç olan yenidünyanın, vişne ve kiraz ağaçlarımızın, küçücük tek bir yaprak halinden usanmadan onca yıldır yerden bir türlü yükselemeyen ve ağaç cinsi olduğu için o tek yaprağı mecburen muz ağacı diye bildiğimiz muzun, hünnabın, asmaların, fıstık çamının, Antep fıstığı ağacının, erik, iğde, dut, badem, nar, zeytin ve kayısı ağaçlarının meyvelerini henüz tadamadık. Henüz onlardan topladığımız meyveler ile reçel ya da marmelat yapamadık. Meyvelerini kurutup saklayamadık kış için. Olsun varsın, biz yine de onları usanmadan sular, budar, uzaktayken bir annenin çocuğundan haber alması gibi bir heyecanla her dalını, her yaprağını Ankara'dan her telefon açışta sorar, onları merak ederiz.

Meyvelerini yiyemesek de onların meyve vereceğini haber veren kızarmış üst ince yapraklarını görmek, içlerindeki kuş yuvalarını seyretmek de bir hasat bizim için. Başka lezzette, bambaşka meyvelerle dolu bir hasat bu.

Yazın okumak için ayırdığım en kalın kitapları okuduğum iki kişilik, çiçekli ketenden oturmalığı olan beyaz boyalı demir kanepede oturduğum bir sırada, annemin tam karşımdaki demirden giriş kapımızın yanındaki fıstık çamının üst dalları arasına yapılmış kumru yuvasını göstermesi benim için yaza bambaşka bir anlam kattı.

Daha önce de kuş yuvaları yapılmıştı bahçemize. Yasemin dalları arasına örücü kuşların yaptığı küçük bir kafesi andıran, kuşlarca terkedildikten sonra uzunca bir süre sakladığım yuva gibi.

Tüm yaz sıcaklarını geride bırakan bir sıcak vardı. Geçmiş yılların aksine, değil yanyanayken bile sesimizi birbirimize duyurmayacak rüzgar, fıstık çamının tek bir ibresinin bile oynamadığı, esintisiz, kavurucu Ağustos günlerinde kuluçkada yatan ve benim “Kumru Hanım” diye çağırmaya başladığım anne kumru, ne sıcağı ne nemi umursamadan sabırla, zevkle aşağıya doğru ters bir külaha benzer halde uzanan, ince ağaç dalları ve çam ibrelerinden oluşan yuvasında, yavrularının yumurtadan çıkacak olgunluğa ulaşmasını bıkmadan, bezmeden bekliyordu.

Çeşme'de geçireceğimiz günleri tamamlayıp sevgili kayınvalidemin yanına, Bursa'ya doğru yola çıkacağımız günün öncesinde, akşamın ileri saatlerinde, gece neredeyse indi inecekken, fıstık çamında alışılmışın dışında bir hareket, uçuşma, kanat sesleri, kuşların biteviye oradan buraya konmaları, çamdan duta, duttan kayısı ağacına uçuşmaları, kanat çırpış sesleri arasında bir telaş kapladı ortalığı.

Kumru Hanım, kuluçka döneminde olmasına rağmen yuvasında yatmıyordu. Fıstık çamında uçuşup duran üç kumru, yandaki kayısı ağacına kanatlarının tüm gücünü duyuran sesler çıkararak uçuyor, akşamın karanlığında ağaç dalları arasında iyi yerleşemediklerinden olacak, yapraklar içinde kanat çırparak daldan dala geçiyordu.
Yuva boştu, kumrular o ağaç dalından bu ağacın dalına, ağacın içinde de o daldan bu dala uçuşup dururken bizi derin bir kaygu kapladı.

Hava ne kadar sıcak olursa olsun kuluçkadaki anne kuş kuluçkayı terk ederse yavru kuş doğamazdı. Anne tarafından sağlanması gereken ısı olmaksızın, yavru gelişemez ve o yumurtayı kıramazdı. O tüysüz, doymak için olanca gücüyle cıvıldayan yavrunun ilk cıvıltıları duyulamazdı. Kumru Hanım ağaçta çırpınıp duruyor ama yuvasına bir türlü konmuyordu.

Zaten iyice inmiş olan akşam kısa zamanda yerini geceye bıraktı. Fıstık çamının içine gün ışığı giremiyor ve yukarıdaki, ana gövdeden ayrılan yan dalların çatalına yapılmış ters çevrilmiş bir külahı andıran biraz da özensizce yuva gözükmez olmuştu. Merak içinde kalmıştık. Hiçbir şeyin görülemediği ağacın içindeki yuvada ve yavrularda kalmıştı aklımız.

Sabah Ramazan'a uyandık. Ramazan ayının ilk günüydü. O telaşlı akşamdan sonra doğan gün.

Kardeşimin evinde kalıyorduk, onun evinin bahçesini suladıktan sonra kendi evimize geçtim. Annem uyanmış, bahçeyi sulamış, keyif içinde masada kahvaltısını yapıyordu.
Beni görür görmez kumrunun yavrusunun yumurtadan çıktığını, hatta yavrulardan birinin başını gördüğünü söyledi. İçime öyle bir su serpti ki bu haber, yuvasında yatan Kumru Hanım'ı memnuniyetle izlerken yavrusunu görememiş olmama hiç tasa etmedim.

Kumru yavrusu Ramazan ayının ilk günü doğmuştu. Onun adının Ramazan olmasını istedim. Annemden öğrendiğime göre Ramazan ayında doğan kız çocuklarına Raziye adı verilirmiş. Erkek çocuklarına da Ramazan adının verildiğini zaten ol git bilirdim. Eğer yavru dişi ise adı Raziye olacaktı. Tam adının Raziye Ramazanoğlu olmasını istedim.

Ramazan ayı bereketli ve uğurlu gelmişti. Daha akşam üzeri yuvasını terkeden kumru ve yavrusu için endişedeyken, bu telaşın yumurtasından çıkmak üzere olan yavruların rahatça yumurtayı kırabilmesi için yaşandığını düşünerek ve yavruların doğduğunu bilerek rahatlamıştık.

Fıstık çamında yuvası olan kumruların dışında pek çok kuş türü, sesleriyle oralarda olduklarını açık açık duyuruken, kendilerini göstermede aynı aleniyeti benimsemiyorlardı.

Kara tavuklar, biz gelmeden önce asmalardaki üzümleri yiyip bitirdikleri için üzüm kalan başka asmaların olduğu evlerin bahçelerine konuyor, arada bir onları uçuşurken ya da elektrik tellerine konmuşken görüyordum.

Göğüsleri fırça ile çizilmiş gibi beneklerle süslenmiş boz sığırcıklar, koyun gübresi serpiştirilmiş ağaç diplerini eşeliyor, canlı protein bulma gayreti içinde kah bizim orada olduğumuzu bildiklerinden dikkat kesilerek kah bizim varlığımızın onlara zarar vermeyeceğinden emin halde sakınmadan ağacın dibinde eşelenmeye devam ediyorlardı.

Her sene akşam üstleri sesini duymaya, “İshak” diye seslenişini dinlemeye alıştığım ishak kuşunun sesini bu sene hiç duymadım. Çeşme'den ayrılacağımız son güne kadar her akşam ishak kuşunu bekledim. Gelmedi. Avcılar ya da yırtıcı kuş olasılıklarını hiç düşünmemeye çalıştım. Kalbim, başka bir yere yuva yapmış olmasından yanaydı. Belki seneye yavruları bizim oralarda öter diye bekliyorum.

Baykuşları görmedim ama seslerini işittim. Oralardaydılar ya sağ salim, görememek ne gam. Çatıların üstlerinde, üst katların küçük pencerelerinin pervazlarındaydılar mutlaka.

Ağaçlar dikildikleri gibi kalmıyor. Büyüyor ve üç katlı evlerin damlarını bile örtüyor. Damlara, üst kat pencerelerine tüneyen bu kuşlar da böylece görülemiyor dalların siperinde kalarak. Ağaçlar daha bu denli büyümemişken onları her akşam görürdüm. Hatta bir keresinde bir sabah onlardan birini kaydetmişliğim bile var.

Bunaltıcı sıcakların olabildiğince terlettiği, sıcak mı sıcak havalarda, boyunların boncuk boncuk terden gerdanlıklar ile kaplandığı, kolların yapış yapış bir ıslaklık içinde olduğu bu ıslak sıcak yazın Çeşme'deki son gecesinde, o hırçın Çeşme rüzgarının yokluğunda uyuyamayınca gece sabaha karşı kalkıp,gündüz gözüyle harika bir manzarası olan orta kattaki balkona çıktım.

Hava limonata gibiydi.

Ilık, üşütmeyen ama yakmayan da. Sessiz, dingin, arınmış, uykuda. Sade bir serinliğin, etrafı kapkara sarmalayan geceyi yumuşakça, incitmeden örttüğü el ayak çekilmiş saatlerde.

Yarasalar uçuşuyordu o saatlerde. Bana doğru pike yapıyorlar, son anda hızlı ve keskin bir dönüşle karanlığın içinde kayboluyorlardı. Yarasaların nasıl uçtuklarını bileli çok olduğundan onları korkuyla değil ama hiç görmeyen ve zaten karanlıktaki bu varlıkların, karanlıklarda nerede ne var bilerek uçuşlarını hayranlıkla seyrettim. Arada bir gece kelebekleri gibi boz görünümlü daha küçük yaratıklar da uçuşuyordu yarasaların yanısıra.

Geceleyin gökyüzünü seyretmek, yapmayı en çok sevdiğim şeylerdendir.Samanyolu, takım yıldızlar, kutup yıldızı hep oradadır. Eşsiz bir bir manzara sunarlar gönüllüce seyretmemiz için sayısı bilinmedik yıllardır, gecelerdir. Zeytinliklerin üzerinde uzanan zeytin siyahı koyuluk ve çakıl çakıl yıldızların parlaklığı, kapkara gökdenizinin renkleridir.

Şehir ışıklarının oluşturduğu kirlilik olmaksızın tüm yıldızları yerlerinde görmek, göğü her şeyiyle, her yıldızıyla seyretmenin hazzı nadir hissedilen ama senede bir kere de olsa yapılması gereken öncelikli olgulardandır.

Balkonda oturalı birkaç saat olmuştu. Gözümü koyu derinliğin bir noktasına bilinçsizce dikmiştim. Bir yıldız kaydı. Ne kadar istemiştim Datça'da da geceleyin sahilde tahta şezlonglara uzanıp gökyüzünü seyrederken kayan yıldızları görmeyi. Zaten meteor yağmuru takvimi içindeydik ve o ana kadar ben kayan yıldızlardan hiçbirine rastlamamıştım.

Yıldız birkaç saniye içinde kayıp yitti.

Usuldan usuldan parıldayan yıldızların parıltıları yitmeye başladı giderek. Koyu karanlık, ufukta belli belirsiz kızıl lekelerle bezendi, koyu siyah yerini koyu bir griye bırakır gibiydi.

Kızıllık giderek puslu bir şekilde arttı, koyu gri uzaklar, daha açık griye dönüşüyordu yavaşça.

Yıldızların en inatçıları dışında kalanlar gözükmez oldu, grilik, siyahlığı öteledi, itti, kapladı her yeri.

Hava pusluydu. Sıcaktan nedeniyle oluşan buhar güneşin doğuşunu örtüyordu. Güneş pusun ardında kalsa da kızıl rengi ile orada olduğu mesajını, kendisini bekleyen balkondaki gözlere müjdeliyordu.

Ortalık yavaş yavaş seçilir olmak üzereydi. Balkondan gündüz gözüyle bir tablo gibi tüm haşmetiyle gözüken masmavi Soğuk Koy, gümüşi bir renk ile seçilmeye başlamıştı. Soğuk Koy'un gündüz laciverte yakın olan rengi henüz ortaya çıkmamıştı. Gün o anda puslu ve pastel tonlardaydı.

Birden tam göz hizamdan ve birkaç metre ötemden, yavaştan, süzülerek, ağır ve kanat çırpmadan devasa bir koyu gri sivrisineğin hantal uçuşunu görür gibi oldum.

Kendisini göremediğim ama sesini hep duyduğum bir gece kuşu olan baykuşlardan biri, gece boyunca tünediği, avlandığı yerden gündüzü geçirmek üzere süzülürcesine uçarak ayrılıyordu. O bir uçucu kuş değildi. Kanat çırmadan, oldukça ağır uçuyordu.

Kanatları kapalı, koyu gri tombul bir sivrisineğin süzülüşü edasıyla, alçaktan uçarak geçti kendisini göstermek istercesine hemen önümden..

Ne mutluluktu onu görmek. Ne hoş bir davranıştı bu ağırbaşlı kuşun kendisini bana göstermesi. Kayan yıldız da, hemen önümden hayalet gibi akarcasına geçen baykuş da sonunda kendilerini göstermişlerdi. Sabaha karşı. Ilık ve ferahlatıcı bir tan vakti.

Bursa, dopdolu bir şehir. Zeytinliklerle dolu. İncir ağaçlarıyla dolu. Her biri apayrı mimaride yapılmış cami ile dolu. Her caminin mimarisi ayrı bir tarzda, minareleri de ayrı ayrı tarzlarda elbette. Soğan gibi olanı da var, kalem gibi olanı da. Bambaşka olanları da.

Yollar kamyonlar ile dolu, sahiller de deniz kenarında oturan ama denize dönüp denizi seyreden değil de denize arkasını dönüp, hemen denizle arasında yol bulunan kıyıdaki evlerin balkonlarında oturan aileleri izleyen insanlarla dolu.

Bursa yeşilin tonlarıyla dolu.Zeytin yeşili ile. İncir yeşili ile. Boşnak yeşili gözlü güzel göçmen kızlar ile dolu.

Bursa tarih dolu. Mudanya, Zeytinbağı tarihi evlerin, anlaşmaların yerleri. Zeytinbağı hiç apartman olmayan bir dünya. Arasıra beton yapı olsa da hakimiyeti elinde tutan taştan, ahşaptan binalar, işçilikli, cilalı güzelliklerini yansıtırken, saksılardaki kudret narı sarmaşıkları da dantel dibi o eski ve yaşanmışlık kokan evlerin duvarlarına sarılıp, üst kat pencerelerine doğru ilerliyor.

Tam buğdaydan yapılma, ekşi mayalı nohut ekmeği kokusu yayan fırınlar, ateş gibi bir Bursa gününde, ateşin önünde, ekmeğini ekmekten çıkaranları buram buram terletirken, Ramazan pidelerinin kızarmış, bol susamlı görüntüleri iştahımızı kabarttı.

Ankara’ya doğru aklım fikrim, arka balkondan vakur süzülüşlerini, mağrur uçuşlarını ve tiz çığlıklarını izlediğim delicelerin hala oralarda olup olmadığındaydı.

Deliceler göç eder Ağustos ortalarında kışı geçirecekleri sıcak diyarlara, Afrika’ya.. Yazlıkçılık ve kışlak sadece insanlara özgü değil. İnsanlardan çok önce yılmadan, hiç bırakmadan kuşlar göç edegelmiştir, hep biliriz.

Deliceler Ankara’da değildi.

Tatiller sadece on beş yirmi günün daha farklı ortamlarda, hep yaptıklarımızın dışına çıkarak, sürekli yaşadığımız yerde yapamadıklarımızı ya da yapmak istediklerimizi yapmak değil elbette. Bugüne dek gelmiş, korunmuş, yitmemiş, ayakta kalmış, kaç yüzyıllar ötesinden koşan, gözlerimizi beslemiş, bizi enfes görüntüleri ile büyülemiş güzelliklerin nasıl insafsızca yitip gittiklerini, korunmamışlığın nasıl da bazı yerleri yetim bıraktığını, budamanın sadece ağaçlara yapılmadığını, bazen nasıl da duyarsız olabildiğimizi tatiller ile daha bir anlıyoruz aynı yerlere tekrar tekrar belirli aralıklarla gidince. Budama işleminin, kıyıcılık duygusuna yapılmasının nasıl da yerinde olacağını öğretiyor aslında tatiller.

ACEMIDEMIRCI
acemidemirci@gmail.com

5 Temmuz 2010 Pazartesi

Ayın şavkı, mum ışığı, şimşeğin çakmak çakmak ışığı…

Mevsimlerdeki değişikliği hepimiz biliyoruz. Ne Nisan yağmurları Nisan’a sadık ne de kırkikindiler. Ne Temmuz kurak geçer oldu ne de kışlarda da bahar yaşanmaz değil artık. Eski bir deyim olsa da yenilerde yaşanır oldu yedi mevsim.
Dün gece yine yağmurun kara bulutları duman duman gezindi Ankara göğünde. Yağmur öncesi rüzgarlar önce hafiften sonra sertleşerek yağmurun haberciliğini yaptı. İlkin sertçe vuran damlalar, hiç gecikmeksizin camla kaplı balkonun her yerine vurmaya, sakince dalgalandığı su yatağından kendisini önce buhara sonra da buluta çeviren güneşten hırsını çıkarırcasına camları dövmeye, başladı . Bu dövmenin en güzel yanı yağmur damlalarının cama vuruşlarındaki ses, toprağa, çimlere düşmeleriyle ortaya yayılan ıtırlı kokudur.
Gün boyunca apartmanın etrafını dört gezen, sanki bekçiymişçesine ayak basmadık alan bırakmayan, kimileyin mazıların dibinde gölgelenmek ive dinlenmek için uyuklayan daha vak vak bile diyemeyen dört yavru ördeğimiz, henüz daha palazlanmamışken şiddetli bir yağmura yakalanmışlardı. Onlar aklıma gelince hemen balkonlara koştum.,
Arka tarafta çimlerle kaplı alanda duruyor ve ne yapacaklarını düşünür gibi gözüküyorlardı. Sarı tüylerle kaplı vücutlarını nerede koruyacaklarını çok iyi bilerek ilk buldukları balkonun altına sığındılar.
Bu yağmurda ıslanıp, kötü olacaklarını düşünerek apar topar yağmurluklarımızı giyip aşağıya insek de belli k, bizden önce onları emin bir yere taşıyan olmuş, ne gözüküyorlardı ne de sesleri geliyordu.İçimiz rahat bir şekilde eve döndük..
Apartmanın etrafındaki bir tur, yağmurluğun kapişonu altındaki kalmasına rağmen saçlarımızın , pantolonlarımızın ve ayakkabılarımızın sırılsıklam olması demekti sakin suların önce buhar sonra bulut daha sonra da yağmur damlası olmasının.
Elektrikler kesiliverdi yine daha önceki yağmurlar gibi bu yağmurda da. Yağmur önce hafiften atıştırdı, gelip geçer gibiydi. Dindiğini sanmıştık ki dönüp geldi yine gecenin üzerine uzun süre dağılmayacak koyu mu koyu gri, dumanımsı , yüklü, öfkeli bulutlar . Temelli çöküverdiler geceye
Arka balkonda, çamlıklı tepenin ardında sapanı, zikzakları, akan ince bir derenin ışıltısını andırırcasına ardı ardına çakan şimşeklerin görkemi, evde olmayan elektriğin gökyüzünden seslenişi oldu bize.
Önce şimşekler çaktı ışık hızıyla. Şimşek çakmasının çıkardığı gökgürültüsü bir müddet sonra duyuldu ses hızıyla.
Işık yine sesi geçti , kanunu buydu zaten ışıkla sesin. Önce ışığı belirdi şimşeğin, birkaç saniyelik bekleyişin ardından sesi geldi. Şimşek , hızına yaraşırcasına hızlı, belirip kaybolurken gökyüzünde kayan ince bir parlak şerit gibi, gökgürültüsü sanki o sırada derin bir nefes almış da soluğu yetsin diye bekliyormuş tavrıyla acele etmeden birkaç saniye sonra gümbür gümbür, uğultu kopararak, gecenin en yüksek sesi olarak, ortalığı çınlatarak, göğü yırtarak, heybetle kükredi.
Şimşek kadar aceleci değildi gökgürültüsü, daha sabırlı, son sözü söyler cinstendi. Ağır başlı, vakur ve haşmetli. Kızgın, kükreyen ve sözü söz, dediği dedik.
Elektriklerin aniden kesiliverdiği , göğün yağmur yüklü bulutlarla döşenip, tüten dumanı andırdığı bir gece yapılacak en yerinde şey, koca bir mum yakıp, cılız ve titrek mum ışığının balkon camlarına cüretkar yansımasına gülüp geçen, bir yıldızdan bir yıldıza uzanan aceleci şimşeklerin çakmasının çıkardığı parlak ve ince, uğultulu ışığın altında , cama vuran hırçın yağmur tanelerinin camda zerrelere ayrılıp, hırçınlıklarını camda parçalayışları ve hallerine ağlarcasına camdan süzülüşlerini izlemek olmalıdır.
Bir gece önce yıldızlı gökyüzünün altında şımarıkça yıldızlara nispet ederek yanıp sönen havai fişeklerin nasıl da kıskanacağı bir tezlikle şimşekler, parıldayışla çarçabuk görünüp sönüverirken ve söndükten sonra da kükrerken, cılız mum ışığı aydınlatabildiği kadarı ile yetiniyor, koyu dumanları andıran tozlanmışçasına puslanmış, berrak olmayan bulutların ardından çıkacak bir yol arayan aya sanki deniz feneriymişçesine yol göstermeye çalışıyordu.
Ay kah az da olsa görünüyor, kah buluttan bentler ardında çıkmaz sokaklara sapıyor ama yine de bulduğu aralardan ışığını sızdırarak orada olduğunu gururla göstermeye çalışıyordu.
Ay şavkını salmaya çalışıyordu. Titrek mum ışığı masada sarı ve cılız bir ışık saçıyordu kendince. Şimşekler çakarken bir anlık, yanıp sönüveren bir ışık huzmesi alabildiğine yayılıyordu gökten.
Aynı anda, üç ışık, şimşekten, aydan ve mumdan kendi renkleri, kendi dilleri, kendi saçılışlarıyla harelerle, gölgelerle, dalgalanmalarla gecenin içinde oynaşıyordu. Gün ışığından uzakta, gün ışığı yokken alabildiğine özgürce.
Tepenin ardından birbiri peşi sıra çakıp solan, yanıp sönen şimşeklerin, balkonda zayıfça eriyerek yanan mumun , bulutların arkasından kurtulmak için didinen, yorulan, savaşan ayın her biri birinden ayrı renkte, hızda ve görsellikte olan ışıkları içinde, yağmur sesiyle gece sarmalanmıştı. Mum ışığı, ay ışığı, şimşek parıltısının her biri birer kurdela gibi karanlığa dolanmıştı.
Gün ve gece boyunca susmadan öten böcekler, kuşlar yuvalarına çekilmişti. Omuzlarının arasına sıkıştırdıkları boyunlarıyla kuşlar, yağmuru dinlemeyi tercih etmişti, kendilerini dinletmeyi değil.
Böcekler en yakınlarındaki yaprağın altına sinmiş, yaprağın orta damarından hızla ve kocaman damlalar halinde akan yağmur sularının altında sessizce dinecek yağmuru ve ışıyacak günü beklemeye çekilmişlerdi.
Çıt çıkmıyordu. Çıt çıkabilir miydi ki göğün gürlediği bir ortamda.
Sabah, güneş her zamanki ışıltısıyla gülümserken, gecenin haşin ışımalarından ve seslerinden geriye kalan tek şey yağmur sularının yıkayıp yeşili daha belirginleştirdiği tazecik körpe yaprakların coşkulu yapraklarındaki , tozsuz ve taze renkler kalmıştı. Simsiyah gecenin öfkesi yemyeşile bürünmüştü yağmurlu bir gece sonrası sakin bir ilk Temmuz sabahı.
ACEMIDEMIRCI

Ömürde bir kere, o da sadece üç sene, sade, şaşırtıcı ve yakalayıcı: Çocuk dili

Aguuuu, agu, gugu.
Adda, başbaş, babba, ınga ,taytay, anniii…
Nerede bebek varsa bu sevimli sözcükler orada vardır, sıkça kullanılır, şarkı söylercesine. Makamlı edalı söylenirler, sevecenlikledir vurgulamaları.
Bebekler ağlayarak doğarlar. İlk sesleri küçücük boğazlardan çıkan ve hasretle beklenen yırtıcı hıçkırıklardır doğumhanelerde.
Uzun bir zamanda agugu, gugu gibi kendilerince kıkırdamanın ya da söylenmenin heceleri olan bu sesler dışında ağlamak ötesi ses çıkarmazlar. Gülücükler, hep oynayan, bağlasanız durmayacak kol bacak hareketleri ile kıkırdarlar hiç yorulmadan ama karşıdakini yora yora.. Gırtlaklarında pek çok hecelememiş sözcüğü mırıltılarla, hırıltılarla, güle ağlaya, boncuk boncuk yaş akıtarak çıkarır dururlar.Ağlamaları da sürekli olmaz gülmeleri de. İhtiyaçlarına göre hangi ses gerekse onunla duyururlar seslerini.
İnsan , ilklerinin büyük çoğunluğunu bebeklik döneminde yaşar. İlk sözcük, ilk adım gibi. İlk sözcük sabırsızlıkla beklenir zira ilk sözcükler olarak bebeğin ağzından çıkacak hecelerin anlatacağı aile bireyi olmak , o birey için onurdur. Daha çok anne sözcüğünün ilk sözcük olarak bebeklerin ıslak, dişsiz ya da ilk beyaz ışıltının önden alt ve üst çenede usuldan görüldüğü ağızlarından çıkması beklenir.
Çoğu kez babalar bebeklerinden baba sözcüğünü duyduğunu ve anne sözcüğünden önce evin küçük efendisinin “babba” dediğini öne sürerler. Bazen bebeklerin ilk olarak “dede” dediği de görülmüştür ya da öyle olduğu ısrarla savunulur.
Arı bir kokunun arı kaynakları olan arı mı arı, saf mı saf duru tenli bebeklerin sözcüklerden uzak, kıkır kıkır, göz pınarlarında her an hazır bekleyen şeffaf tanecikli buğulu gözlerle anlattıkları ,sözsüz ama ses ve bakış üzerine bir iletişimdir.
Bir dakikaya sığdırılabilen onca kol bacak hareketiyle, göğüslerinden çıkarttıkları gurul gurul seslerle güvercin yavruları gibi iletişim kuran bebeklerin iletişimi, iletişimlerin en hası, yalını, toycası, candanı,
sevgi temelli olanıdır.
Sadece sevginin, şefkatle bakan ve iyilikle dokunan bir elin konuşmasıdır bebeklerle kurulan bağ, kokulu, güvenli,salt sevgidir..
Bebeklerin özenle beslenmeleri sırasında şeftali suları mermerşahi, ya da tülbent bezleriyle sıkılır, zıbınların kenarı iğne oyalıdır.
Anneannelerin, büyüklerin tığla, şişle ördükleri yün battaniyeleri, renk renk ponponlu hırkaları, küçücük ama desen dolu yelekleri ile bebekler büyürken hayatı tanımaya, ilk karşılaştıkları her şeyi sorgulamaya başlarlar.
Kavramlar onlar için en çetin, pek sıkı konulardır, en zorlu ve çetrefilli düğümlerdir.
Yok kavramı, eşitlik kavramı, yasak kavramı, karşılıklılık kavramlarını, işlenmemiş beyinleri yetiştikçe, yetişkin insanların dünyasına daha bir daldıkça , sızı çeke çeke öğrenirler.
Bu öğrenme kimi kavramlarda ağrılı, sancılı olsa da kimilerinde güldürür de.
Hepimiz evlatlarımızı, yiğenlerimizi, arkadaşlarımızın çocuklarını kucağımızda oturtmuş, ellerinden tutup onları parkta, sokaklarda gezdirmişizdir. İşte o gezmeler daha çok bebek denecek küçüklere öğretici olacakmış gibi gözükse de aslında bizler için öğreticidir. Tıkanıp kaldığımız, cevap bulmakta başarısız olduğumuz, kem küm edip lafı eveleyip geveleyip ama taşı bir türlü gediğine koyamadığımız soruların nasıl da bizi şaşırttığı, bocalattığı anlardır o gezintiler.
Yiğenlerim İstanbul’da büyüdü. Sıkça da Ankara’ya gelirlerdi bizi ziyarete kızkardeşim eşliğinde. . Ben de ayda bir kez Mavi Tren ile İstanbul’a gider, Haydar Paşa Garı’nda iner, oradan banliyö trenine geçerek Göztepe istasyonunda iner, bir taksi tutar ve Bağdat Caddesi yakınlarındaki evlerine varırdım. Çoğu kez de beni karşılarlardı martı seslerinin tren düdüklerinden önde olduğu, deniz havasının buram buram hoş geldin fısıltısını taşıdığı, dalga seslerinin İstanbul şarkısı olarak bitmeyen bir taş plakta çalıp durduğu, yosun kokulu Haydar Paşa’da.
İlk yiğen sevgisini tattıran yiğenim, beni sevgi ve özlemle karşılar, önce öper sonra da bavulu hemen açıp açmayacağımı merak ederdi.
Her gelişimde ona hediyeler ve Ankara dışında o zaman pek satılmayan Beypazarı kurusu getirirdim.
Hafta sonu boyunca İstanbul’da kalır yürüyüşler, geziler yapardık. İstanbul’da dışarı çıktığımızda da bir teyze olarak nedense çocuklar la hep trafik ile igili konuşmaların öncelikli olduğunu düşünür ve trafik ışıklarına uyulması gerektiğini, renklerin bir dili olduğunu, sadece yeşil yanarken caddelerde karşıdan karşıya geçebileceğimizi söylerdim. Büyük yerlerde de bir çocuk için en gerekli bilgilerin başında trafik ışıkları olduğunu düşünüyordum.
Yiğenim İstanbul , Bodrum ve Ankara dışında bir şehir görmemişti .
Henüz ikinci yiğenim doğmamıştı,. Büyük yiğenim üç yaşlarında bukle bukle ipek gibi koyu saçlı, koyu kara gözlü, uzunca olacağı daha o zamandan belli, koşturmayı , hareketi çok seven ve benim giysilerimi da yeri gelir eleştiren , başka şey giymemi bekleyen , radyoyu, teybi, televizyonu kendi açıp kapayan bir küçük cimcimeyken onunla yürüyüşler yapar, pastanelerde oturur limonata içer, kuru pasta yerdik.
Elinden tutup onunla yürürken , küçük adımlarını bana uydurabilmek için şikayet etmeden çabaladığını fark ederek tempoyu yavaşlattığım olurdu. Daha çok trafiksiz, kuşların, kelebeklerin olduğu, ağaç türlerini tanıyabileceği yerler ile sosyal alanlara gitmeyi seviyordum onunla.
Bir gün Ankara’da, annemlerin hala oturduğu Tunalı Hilmi Caddesi’nin en eskilerinden olan Milka ya da Flamingo pastanelerinden birinde oturmak ve sıcak akşam üzerinde limonata içerek serinlemek amacıyla küçük bir yürüyüşe çıkmıştık. Esat dört yoldan başlayarak Kuğulu Park kavşağına kadar birkaç trafik lambasını da yürüyüşümüz sırasında geride bırakmıştık. Tıpkı İstanbul’da yaptığım gibi yine trafik lambasının ne dediğine dikkat etmemiz gerektiğini ve sadece yeşil yanarken yolun bir ucundan diğerine geçebileceğimizi söylüyordum. Yiğenim sözümün bitiminin ardından: “Teyzecim, yeşil ışık nereli?” diye sorunca önce soruyu anlamaya çalıştım. Şirin yiğenimin ne sorduğunu anlamam ile gülmeye başlamam bir oldu. Ankaralı annesinin , Ankaralı ailesini ziyarete İstanbullu yiğenim, İstanbul’daki yürüyüşlerimizde de hep karşılaştığımız ve Ankara’da da gördüğü trafik ışıklarının bizlerden duyduğu gibi Ankaralı, İstanbullu olup olmadığını, onların da bir memleketi olup olmadığını soruyordu. Anlatmak uzun ve benim için hayli zor oldu.
Limonata ve yanında kuru pasta keyfinden sonra eve dönerken bir inşaatın yanından geçiyorduk. Birkaç yıllık bir inşaattı ve çevresine konulan demir korkuluklar yer yer pas tutmuştu. Yiğenim paslı demirlerin önünde durdu, bir süre pas tutmuş demir kütleyi inceledikten sonra bana “Teyze, pasın rengi nedir ? “diye sordu.
Yine zorlanmıştım anlatmakta. Bu çocuklar ne kadar da zor şeyler soruyor diye düşünmüştüm. Oksitlenme deyip geçiştirememiştim.
Eve döndük . Televizyon açıktı ve bir pop şarkıcısının konseri vardı. Şarkıda sonsuza kadar sürecek bir sevgi anlatılıyordu.
Yiğenim oturduğu koltuktan kalktı, kucağıma geldi, eliyle başımı kendine çevirdi, gözlerini gözlerime dikti ve “Teyzecim sonsuz nerede?” diye sordu. Bu bana en zor soru gibi geldi.
İkinci yiğenim de doğduktan sonraki bir ziyaretlerinde onları Oran’da bulunan ve ODTÜ arazisinde yer alan ormana götürmek istedik. Orada temiz havada istedikleri gibi koşabilir, trafik olmaksızın rahatça oyun oynayabilirlerdi.
Onlara okuduğumuz masal kitaplarındaki çizgilerden, sadece resimli çocuk kitaplarındaki resimlerden tanıdıkları orman, dağ, tepe gibi olguları yakından görmelerini de çok istiyorduk. İlk kez bir masal kitabında çizilen ormanı değil de gerçek ormanı görüp içinde gezecekler, ilk kez bir dağın üstünde yürüyeceklerdi.
Etraf yeşildi. Yerdeki çiçekler kısmen Temmuz sıcağından kurumuş, otlar sararmış olsa da badem ağaçları, çamlar ve epeyce aşağıda kalan gölün manzarası harikaydı. Aslında bir tepedeydik hiç zirve tırmanışı yapmadan.
Arabadan inip, demir kapılardan geçince bir düzlük görünümündeki tepede yürüyüşe rahatlıkla başlayabiliyorduk.
Onlara buranın bir dağ olduğunu, dağın üstünde olduğumuzu, alttaki vadide bir göl olduğunu anlatıyorduk. Yiğenim etrafa ilgiyle bakıyordu, bir şeyler arar gibiydi. Merakla her noktaya baktı, geriye dönüp tekrar tekrar baktı ve bana ”Teyze burası gerçek dağ mı?” diye sordu.
Yine çok şaşırtıcı bir soruydu. Onun için dağ masal kitaplarında yer alan, sivri bir zirvesi olan, bu sivri zirve baklava dilimi gibi sivri uçlarla aşağılarla inen karla kaplı, genellikle kahverengiye boyalı, üzerinde kah gülen kah ok ok ışıklı halde çizilmiş sarı güneş bulunan, eteğinde koyunlar otlayan ve tam karşıdan tam da anlattığım gibi görünen bir tabloydu. Masal kitabı remiydi dağlar onun için. Bir gezinti yeri değildi. Bunu anlatmak da kolay olmadı.
Çocuk dili, çocuk algısı, çocuk mantığındaki naif derinlik, gizli güzellik ve çözümlenemez sorular daha sonraki yıllarda yitse bile akıllarda kalanların güzelliği yitmiyor.
ACEMIDEMIRCI

20 Mayıs 2010 Perşembe

İnsanlık sadece insanlara mı özgüdür, insanlığı yalnızca insanlar mı yansıtır ?

Şu günlerde internette bir iki video geziniyor. Bir aslan ve onu bulan iki adam ve yine bir aslan ve onu yavruyken besleyen, büyüten, ona bakan tabiri caizse aslanın annesi bir kadına ait videolar.

Sevgi dolu, minnet ve vefa ile dopdolu görüntüleri duygulanarak izliyorsunuz bu videolarda.

Aslanlar artık aslan yavrusu değil, kocaman, yeleli, kükredi mi ortalığı inletecek cinsten.

Ama gerçek birer aslan yavrusuymuşlar, aslanlar gibi hatırlıyorlar yapılan iyilikleri, gösterilen sevgiyi.

Bu hayvanlar ne duygusal zeka, ne kişisel gelişim ne de empati eğitimi almazlar, yaranmak gibi bir tasaları yoktur, karşılıksız severler, karşılık beklemezler, içten pazarlık onlarca bilinmez.

Sevgiye sevgiyle karşılık verileceğini kimse onlara öğretmese de, kimse onlara kişisel gelişim seminerleri, duygusal zeka kursları, empati, insanlık, dostluk nutukları atmasa da, biliyorlar onlar doğuştan bunların hepsini aslan gibi.

Ya insan gibi olsalardı...

İnsanlık söylemlerini bile bencilce yapabilecek, insanlık, hak gibi kavramların sadece kendisi söz konusu olunca çiğnenmemesi, gözardı edilmemesi, uygulanması gerektiğini en yırtıcı tavırlarla savunacak ama başkaları için söz konusu olunca “Benim sorunum değil, bana ne” diyeceklerden olsalardı.

İşte burada düşünmeden edemiyorum. Birçok insan insanlık konusunda yarışırken, açlar, açıktakiler, yetimler, yaşlılar, yoksullar, parasız pulsuz hastalar ve doğa için elinden geleni yaparken bazıları da farklı mı farklı olabiliyor.

Ne kadar şehirli olsa da, belli markalar satın alıp giyinip kuşansa, arabası, evi en pahalısından lüksünden de olsa hatta bir de son günlerin yaygın eğitimlerinden olan kişisel gelişim kurslarına katılmışlığı bulunsa da, insanlıktan nasibini almak ne kursla ne seminerle ne de üç beş kitap okuma ile tam olarak gerçekleşiyor.

Bu tür etkinliklerin, kuşkusuz bu konuda konuşurken birkaç cümle kurabilme, bir kaç laf edebilmeye faydası büyük. Bu bilgiler uygulamada kullanılmadıkça, seminerde kulaklara girenler empati olarak tavırlara yansımadıkça, gözlerin, vücüdun diline, dilimize özümsenerek yerleşmedikçe kimseye faydası yoktur. Üstelik bunlar için bir de zaman harcamış olan onca yetişkinin bunca küçük meselelerle uğraşması da acıtıcıdır.

İnsanlar vardır, insanları incitir. Haksızlık kendilerine uğramamalıdır. Uğrarsa işte o zaman kıyametler kopar ama başkalarına uğradığında göz yumarlar. Aman etliye sütlüye karışmayayım da düşman edinmeyeyim, kimseyle kötü olmayayım diye akıllarınca akıllılık ederler oysa haklının hakkını göz göre göre haksızlık ederek, yutkunarak gözardı ederse asıl o zaman kendi kendine düşmanlık ettiğini yani saygınlık uyandırmak bir yana saygı duyulmayacak tavırların, kaypak hallerin güvenilmez kişileri olarak belleneceklerini bir türlü kavrayamazlar.

Hayvanlar vardır, efsanelere konu olmuşlardır. Pek çoğumuz aç insanların, aç bilaç çocuklarını gazetelerden okur ve sadece üzülürüz o kadar, onlar için yaptığımız sadece o haberi okuduğumuz süre içinde üzülmektir. Ancak muhtaç, kayıp bir çocuğu bulan bazı hayvanların onlara bakıp büyüttüğünü duyarız bazen. Bugünlerde yine internette gezinen, bir bebeği bulan ve onu büyüten maymunların, o bebeğin yerini keşfeden insanlara bebeği vermemek için mücadelesini anlatan bir video, hem güldüren hem düşündüren cinsten.

Bazı hayvanlar efsaneleşmiş, efsanelerde, destanlarda yer almıştır. Hatta kutsal sayılmışlar, heykelleri dikilmiştir. İnsanları kurtuluşa götüren, aydınlığa çıkaran efsanevi hayvanlar vardır.

Tarzan, bir roman kahramanı olsa da sonuçta, ormanda tek başına kalmış ve hayvanlarca büyütülmüş bir kahramandır.

Sahibi ölen köpeklerin, sahiplerinin başlarından ayrılmadığını biliriz. Atların da.

Atların, üstlerinden düşen süvarilerini çiğnememek için bazen sakatlanmayı göze aldıklarını bilmeyen yoktur.

Pek çok kedi ve köpek, evlerinden ve sahiplerinden binlerce kilometre uzaklaştıktan sonra yıldızların yardımıyla yol alarak evlerine ulaştılar diye haberler okuruz sık sık. Her ne kadar kediler aslında evlerine ulaşmış olmak için o yolu katetseler de köpekler mutlaka sahipleri için onca yolu katederler. Çocukluğumuzun vazgeçilmez romanlarından ve zaman zaman yeni uyarlamaları çekilen filmleri sıkça yapılan Lassie'nin hikayesinde, hayvanların yansıttığı insanlık, ne kadar açık şekilde görülmektedir.

İnsanlardan daha insancıl olabilen hayvanlara bizim bakışımız da farklı farklıdır. Bazen hayvan sevmek, bir hayvanı evde beslemek yani doyurmak, belli saatlerde onları sokakta tasma ile gezdirmek, kırlar yerine odalardaki kanepeler üzerinde, odadan odaya gezinti yapacak kadar dar alanlarda koşuşturmasına izin vermek olarak yansır. Bu hayvanlar her zaman iyi muamele de görmez. Dövüldükleri ve sık sık azarlandıkları da olur.

Kangal köpekleri çok özel bir cinstir. Günde bir kez yemek yerler, sırtlarının arka bacaklarına kavuştuğu nokta aslanlarınki gibi eğimli iner. Bu, onlara hızlı koşma, dayanıklı olma özelliği kazandırıyormuş. Bu hayvanlar bekçi ruhlu oldukları için geceleri devriye gezer, belli bir alanı koşarak kolaçan ederlermiş. Yanılmıyorsam bir gecede kırk kilometre koşarlarmış.

Bir iki hafta öncesine kadar yan bloğun kocaman arka bahçesinin bir apartman için çok geniş ama bir gecede kırk kilometre koşan bir kangal için çok küçük bahçesinde, iki kangal çaresiz biçimde yaşıyor, arka korulukta sabahları gezinen yedi nüfuslu köpek sürüsüne çılgınlar gibi havlıyor, onları uzaklaştırmak için tel örgülere tırmanmaya çalışıyor, engelleri aşamadıkça daha da sinirleniyorlar ve sürü uzaklaştıktan sonra yorgunluktan bitap halde çimlerin üzerine uzanıp uyuyakalıyorlardı.

Bu nasıl hayvan sevmektir, insanca mıdır bu sevgi? Kangalı sevmek, kangalı, apartmanların kangal için bir hücre gibi algılanacak arka bahçelere bağlamak mıdır?

Bir varlığı tabiatının çok dışında, sanki başka yaratıkmış gibi yaşamaya zorlamak, onun en doğal getirileri olan genlerinin kodlarına işlenmiş hayatı yaşamasını değil de kendi kurallarımıza göre bencilce, tasmayla sanki hayvanlar doğada apartmanlar inşa ediyorlar da, apartman dairesinde yaşıyorlarmış gibi dairelere tutsak ederek yaşatmaya itelemek insanca mıdır?

Bir insan için mahkumiyet belki de en büyük korkulardan biriyken, tüm doğası ormanlar, dışarılar, gökler, gökyüzünün altı çimlerin üstü, kanat çırpmak, uçmak uçmak, bir gecede kırk kilometre koşmak, fabrika ürünü mama yemek değil de avlanmak üzerine olan bir varlığı, bir apartman dairesinin bireyi yapmak ne denli insalıktır, nasıl bir insanlıktır?

Gelincik sadece bir bahar çiçeği değildir, Mayıs ayında kırmızının en huysuz tonlarıyla gülümseyen. Gelincik, çatılarda, terk edilmiş taş ya da ahşap evlerde yaşayan, toprak evlerin damlarında rastlanan sincabımsı, çok da sevimli, küçük, tüylü bir hayvandır. Gelinciği görmek kolay değildir ama orada olduğunu anlatan izlere rastlamak, tıkırtısını duymak olasıdır. Çok çeviktir. Bazen insanların üzerine sıçrayıp ısırdığı da olur korkunca.

Gelincik görünce hiç bir şey yapmamak gerekirmiş, “Benim güzel kızım, gelinciğim, sen çok güzelsin” gibi laflar bile denmeliymiş hatta. Bu iltifatları duymak istermiş nazlı gelincikler. Onlara bir kötülük yapılırsa, zehirli tükürükleri ile mesela yemeklere tükürür ve üzücü olaylara sebep olabilirlermiş.

Eğer gelinciğin orada yaşadığı farkedilir, karşılaşınca da iltifat edilirse gelincik dostluğunu gösterir ve sessiz bir anlaşma içinde o kendi dünyasında insanlar da kendi dünyalarında yaşar giderlermiş. Gelincikli evler gördüm, orada yaşayanlar, onları incitmemeye olanca güçleriyle uğraşıyorlardı.

Köpek besleyen pek çok insan var, bazıları dar mı dar evlerde yaşamaktalar.

Amaçları yalnızlıklarını paylaşmak. Hele de deprem bölgesinde yaşıyorlarsa, depremi önceden sezdikleri ve duyarlı olduklarını herkesin bildiği bu hayvanları beslemeye düşkün oluyor kimileri.

Köpek besleyenlerin bir kısmı, köpeklerini gezdirdikleri parklarda, köpeklerle kurdukları kadar kolay iletişim kuramadıkları insanlarla, köpek sahipleri olarak tanışıyor, anlaşıyor, kaynaşıyorlar. Köpekler onlar için bir iletişim aracı oluyor bir yerde. Aracısız iletişimin çok zorlaştığı hatta iletişimin sanallaştığı bu çağda, gerçek iletişim bazen köpekler vasıtasıyla kuruluyor.

Kimileyin yeni yetmeler görürüz, babaları onlara lüks bir spor araba almıştır, cep telefonları en pahalısındandır ve henüz satın aldıkları yavru köpekleri birkaç bin dolardır. Bu gençler, köpeklerin de en pahalısını tercih ederler. Bir sokak köpeğinin, bir gözü hasta ve akıntılı sekiz yavrusundan birine hiç ilgi göstermezler, öyle bir köpek onların köpeği olamaz. Çünkü fiyatları birkaç bin dolar değildir. Bedavadır. Cinsleri yabancı dilde bir ada sahip değildir, sadece sokak köpeğidir onlar.

Hayvan sevmek ne kadar güzel bir nitelik ise hayvanlarla ilgili bazı konularda insanlara saldıracak kadar duyarlı olan bazı hayvansever sıfatlı insanların, insanlara ait konularda duyarsız olmaları, hatta insanlara karşı tavırlı olmaları, insanların haklarına hayvanların hakları kadar önem vermemeleri ve çiğnemeleri de o kadar zıt, çelişkili bir niteliktir.

Alp Dağları'nın tüm yeşilliğiyle, göknarlarıyla, ladinleriyle, çiçekleriyle, çamlarında öten binlerce ve rengarenk bülbülleriyle bir masal ülkesine çevirdiği Slovenya, Bled'de, göl kenarında dinlenen kuğuların, ördeklerin yanlarından geçerken bizden hiç korkmamalarına, umurlarını bozmamalarına çok şaşırmıştım. Kısa sürede ben de onların umursamazlığını umursamamaya başladım. Kuğular ve ördekler ile insanlar Bled'de gölün iki yanındakilerdi. Suyun içindekiler kuğular ve ördekler, kenarındakiler de insanlardı. Birlikte yaşayıp gidiyorlardı birbirlerine saygı ve sevgi içinde suyun içindekiler ve dışındakiler..

Ne kuğular ne ördekler, ne onca bülbül ne de kurbağalar çevrelerindeki insanlardan en ufak bir kötülük görmüyorlar, taşlanmıyorlar, sapanla avlanmıyorlar, tekmelenmiyorlardı. Onlar için insanlar, göl kenarında yürüyen, ortalığı hiç kirletmeyen hatta temizleyen ve kendilerine yem veren zararsız varlıklardı. Orada hayvanlarca böyle algılanıyor olduğumu farketmekten büyük mutluluk duymuştum. İnsan olduğumu, insanlığımı hissede hissede duyumsamıştım.

Heykeller de insan biçimlidir ama ruhları yoktur, canları yoktur, soğukturlar. Bir heykel gibi şeklimize ithafen insan olarak algılanmak yerine, eylemlerimizle, gösterdiğimiz sevgiyle, sevgi dolu sözcüklerimizle ve bakışlarımızla, iyilik için çarpan kalbimizle, o dilimizden düşürmediğimiz erdemleri gerçekleştiren ellerimizle, hallerimizle insan olduğumuzu duyumsarsak, insan olduğumuzu duyumsatırız da..

Not: Ziya Dedem'den: “Sureta insan olmayın”
ACEMIDEMIRCI