27 Kasım 2009 Cuma

Bazı insanlar.. (Bir bayram yazısı)



İnsanlar tanırız. Sevdiğimiz, hoşlandığımız, kaçtığımız, ayrıkotu muamelesi yaptığımız.

İnsanlar tanırız, bir ihtiyaçtırlar, kelimelerinden tutun da kelimelerini vurguladıkları ses tonlarına kadar ferahlatıcı bir esinti gibidirler. Onlarla konuşunca bir şelalenin tertemiz sularında arınmış gibi oluruz sanki.

Yine insanlar vardır, onlar tek bir söz söylemeseler dahi, tek bir bakışlarıyla mıhlanır kalırsınız olduğunuz yerde bin azar işitmişcesine.

İnsanlar vardır, tanıdığımızı düşünürüz. Oysa irdelersek tanımışlığımız, tanışmışlıktan öteye gidememiştir. Arabalarının markasını biliriz, oturduğu semti de. Nerede görsek tanıyacağımız kadar aşinayızdır dış görünüşlerine. Onların niceliklerini biliriz, bellemişizdir. Ancak onların niteliklerini hiç görememişizdir. Bu, onları hiç mi hiç tanıyamamışızdır anlamına gelir.

Bir bakıma tanıdığımızı sandıklarımızı da ne kadar tanıdığımız, aslında pek tanıdık bir konu değildir. Sadece günaydınlaşmadan, selamlaşmadan, iyi akşamlar, esenlikler dilemekten öteye gidemeyen ya da mecburen paylaşılan birkaç konunun dışına taşamayan paylaşımlar; insanlar hakkında bizde, bizim hakkımızda da insanlarda bir fikir uyandırsa da, bu fikri bir kanaat boyutunda algılamamak gerekir.

Çocukluğunu bilmediğimiz, nasıl sevildiğini ya da hırpalandığını, ne kadar kabul gördüğünü hiç öğrenemediğimiz ya da itelendiğine tanık olmadığımız insanları belli bir başlangıçtan itibaren tanırız. Artık çocukluğun oldukça gerilerde kaldığı ortamlarda mesela. Üniversite sıraları, komşuluk ya da iş ortamları gibi çocukluktan çıkılmış olan daha sonraki zamanlarda tanımışızdır çoğu insanları. Davranışları, tutumları, eğilimleri kesinkes belirleyecek belli yaşanmışlıkların geride kaldığı bir noktadan itibaren tanımaya başladığımız insanları, geç bir başlangıçta tanımış olmak; kısıtlı yaşanmışlıklar anlamına gelir ki bu da o insanı tam anlamıyla tanıdığımızı söylemek için yeterli değildir. Ancak bunların yeterli olabildiği insanlar var elbette.

Bu kanı önceki kuşaklar tarafından da kimbilir kaç kez saptanmış olmalı ki atasözleri bile üretilmiş bu konu üzerine.

İnsan insanı alışverişte görsün, birisini tanımak için ya seyahata gideceksin ya yemek yiyeceksin, insanoğlu çiğ süt emmiştir” gibi.

Çok dostluklar biliriz, nice sonra, onu hiç tanımamışım yakınmaları ile bitiverir. Eğer o nice sonra tanımamışlık fikrini oluşturan olgu yaşanmamış olsa idi, demek ki dostluk sürecekti.

Ne zaman bir tanışıklığı, arkadaşlığı hatta evliliği o ana kadar sıradan ve kanıksanmış olmayan ciddi bir test beklerse, bu test kırılma noktası ya da pekişme noktası olabilir.

Hep anlatılan ya da öğünülen veya öyleşmişcesine gösterilen nitelikler, özellikler; o ana kadar kendini gösterme fırsatı bulamamış olsalar da, buldukları ilk fırsatta ortaya çıkmış, dolayısıyla insanın aynası olmuşlardır içini dışa vuran.

Mesele, o noktada insanı insan olarak mı değerlendirmek yoksa hep sanki öyleymiş gibi sunulan görüntünün, aslında çok farklı bir görüntü olduğunu anlamanın sıkıntısıyla veryansın mı etmek olduğudur.

Her iki seçeneği de tercih edenler var.

Bu seçim tamamen bizim kişiliğimizi, bakışımızı oluşturan unsurlar ile ilgili.

Bazı insanlar vardır görüntüde hiçbir şey algısı uyandırır; ama yarım saatlik sohbet sonunda çok şey oldukları inancını yıkılmaz şekilde oluştururlar.

O sade, iddiasız görüntünün altında gizlenen ne kadar derin düşünceleri, görmüş geçirmişlikleri, imbiklenmiş tecrübeleri, yunmuş yıkanmış arınmış edinimleri fark edince, kapkara kömürün içine saklanmış pırıltılı, ışıklı, eşsiz bir elmas bulmuş gibi oluruz.

Bu tür bir buluş, bulanı sevindirmesinin yanı sıra, dış görüntünün yanıltıcı olabileciğini de öğretmiştir bize hoş bir sürprizle.

Her insan bir dünyadır, her dünyanın içerdiği atmosfer farklıdır, diye düşünmeye başlamışızdır.

Bazı insanlar vardır, her yerde olmaları istenir. Esprili, güldüren, hazır cevap, gergin ortamları yumuşatan, hiçbir sözün altında kalmayan.

Keşke bu insanlardan daha çok olsaydı diye düşünürüz.

Bir köylü kadınla, çobanla konuşmak hiç ummadığınız kadar şaşırtıcı olabilir. Ziraat mühendisi ya da yer bilimci değillerdir. Size tabiatı, bitkileri anlatmaya başladıklarında, yağışlardan, ağaçların yapraklarını geç dökmesinden, ayvanın çok olmasına kadar gözlediği verilerden önümüzdeki günlerin nasıl olacağını okuması karşısında bambaşka bir dünya ile karşı karşıya olduğunuzu, bazen diplomanın ne kadar yetersiz olduğunu düşünüverirsiniz. Onlara yetecek hiçbir diplomanın mevcut olmadığı kanısına varırsınız.

Yitmemiş içtenlikleri, ikramda bulunmak için çırpınışları, çıkarsız yaklaşımları ile ilkin onları anlamakta zorlanabilirsiniz bile. Sonra hala böyle insanların bulunduğuna sevinirsiniz onları tanımış olmanın şansıyla.

İnsanlar vardır, nasıl olduğunuz değil de nasıl imkanlar sunacağınız önemlidir onlara. Ne kadar vericisinizdir, o kadar iyi dost bilirler sizi.

İnsanlar vardır, yürekleri kocaman, kapıları hep açık. Sadece dinlerler. Dinledikleri hep yakınmalardır. Konuşmaları da hep teskin edicidir.Onlar hiç yakınmaz. Ancak onlar on milyonda bir çıkarlar. Onları bulmak kolay değildir, bulunca da kıymetini bilmek kolay değildir. Bilenler de akıllıdır hem de şanslı.

İnsanlar vardır, zor anların kişileridir. Hani kırk kişi girişimde bulunur da bir işi halledemez ama biri çıkar bir söz ile halleder her şeyi ya. İşte öyle insanlar. Onların yakınlarınızda olması, aslında sizin şansınızdır. Onlar yakınlarınızdaysa, hiçbir olay kötüye gitmez. Hiçbir tatsızlık uzun boylu sürmez, hiçbir anlaşmazlık büyümez. İdare edenlerdendirler, yöneticilik anlamında değil elbet, geri kalan insanlar, idare lambasının yağı bitti yani benim tahammülüm bitti, kalmadı derken, onları yatıştıranlardır, kendini anlatmaktan çok karşıdakileri anlayanlardır. İdare lambasının bitmeyen yağları olur, ışıtırlar çevrelerini. Böyle akrabalarınız, arkadaşlarınız olsun istersiniz.

İnsanlar çeşit çeşit. Çiçekler gibi. Her çiçek farklı renkte, farklı kokuda. Dikenlisi de var, dikensizi de. Diken gibi gözükseler de pür şifa olanlar var devedikeni misali. Mesele onlara nasıl bakıldığında. Gözde yani. Görünen mi, görülmesi istenen mi yoksa bütün mü bizi cezbetmeli. Mesele bu.

Kusursuz dost arayan dostsuz kalır” demiş Mevlana.

Alemin gözündeki çöpü görürsün, kendi gözündeki merteğe baksana” demiş.

Ya olduğun gibi görün ya göründüğün gibi ol” demiş yine Mevlana .

O halde insanın bazen ateş olup yaktığını, bazen su olup ferahlattığını, kimileyin merhem olup yara kapattığını, belki bize en unutulmaz dersleri öğrettiğini bilerek ve önce kendimizin bir insan olduğunu hep anımsayarak, insanları, insani duygularımızla değerlendirmek, yaklaşmak, anlamaya çalışmak doğru olmaz mı?

ACEMIDEMIRCI




26 Kasım 2009 Perşembe

Kapı önüne konulası konuk: Yaşlılık

Hiç kapıya konulacak şey değil şu yaşlılık; ama başa geliyor, gelince de gitmiyor.”

Sene seneyi aratıyor, geçen sene ile bu sene arasında çok fark var dizlerimde.”


Bu cümleleri çok duymuştum. Görmüş geçirmiş, baston kullanarak iki büklüm yürümeye başlayalı hayli zaman olmuş, yaşlılık safhasındaki kişiler için vakit geçirmek, ya güneş vuran bir pencerenin önünde oturmak ya parka gidip bir banka ilişerek güle oynaya, bağıra çağıra eğlenen gençleri, birbiriyle gözlerden ırak buluşan gizli sevdalıları, okuldan kaçan haylaz öğrencileri, annesinin yanında küçük adımlarıyla , başı daima arkadaki bir olayı yakalamak için çevrilmiş minikleri seyretmek anlamını taşımaktadır.

Otobüslerde yaşlılara gururla yer vermiş kişiler olarak artık dolmuşta otobüste bize yer verilmeye başlanıldığında, hitaplar “Abladan teyzeye” yöneldiğinde bunları yadırgasak da masumane uyarılar gelmeye başlamıştır yaşlılığa dair.

Kırış kırış yüzü, kemikleri çıkmış elleri, çorbadan başka tercih edilemeyen öğünleri ile aklımıza yer eden yaşlılar sanki hiç genç olmamış gibi gözükürler gözümüze. Sanki hiç bebek olmamışlar, agular gugular yapmamışlar, ilk dişlerini çıkarmamışlar, emeklemişler, sokakta bilye, saklambaç oynamamışlar gibi duyumsarız onları.

Sanki hep öyleydiler, hep ellerinde bastonları vardı, ufalmış, kurumuş haldeydiler gibi algılarız onları.

Oysa biz yaşlılığa yaklaşsak da ruhumuz hala gençliğimizin bahar esintilerinin sürdüğü kavak yelli, gül kokulu, akılların bir karış havada olduğu, coşmaya hazır duygu sokaklarında gezinmeyi bırakmamaktadır. Görüntümüzle hislerimiz çekişmektedir..

Orta yaşın üzerindeki fiziğine rağmen hala yeniyetme tavırlar içindeki pek çok kişiyi daha bir anlarız yaşlandıkça.

Bize sorulanları, artık biz gençlere sorar olmuşuzdur yaş ilerledikçe. El öperken eli öpülen, bayramcı giderken bayramlarda ilk gün ziyaret edilen oluvermişizdir.

Zihnimizde hala o eski , genç, yorulmaz kişi olsak da bir yaşıtımız, eski bir okul arkadaşımız ile karşılaşıp ondaki hücre yitimini görünce azımsanmayacak bir sarsıntı geçiririz.

Aynada görmediğimiz, görsek de kabullenmediğimiz senelerin hızla geçmiş olduğu gerçeği, eski arkadaşımızın görüntüsü ile yüzümüze vurulmuş olur.

Eskilerin değil ama bizim kuşağın ilkokul ile başlayan ve çoğunlukla bir üniversiteden mezuniyet ile biten öğrencilik süreci boyunca duyduğumuz belli cümleler olmuştur. “Dersler nasıl?” gibi. Sene sonlarında bu soru “Karneler nasıl ?” ya da “Notlar nasıl?” halini almıştır.

Okullar bitirilir mutlak bir gün. İşe girilir ve bize yöneltilen soru “İşler nasıl?” olmuştur değişen durumumuza istinaden.

Ardından evlilik gelirse eğer, “Evlilik nasıl gidiyor?” sorularına cevap vermeye başlamışızdır.

Bu soruları, “Emeklilik nasıl, alıştın mı?” sorusu izler. İşte bu son soru karşısında yaşımızın daha bir ilerlemiş olduğunu alenen fark ederiz.

Öğrenci olmaktan çalışan olmaya geçis, çalışanken emekli olmayı yaşayış, anne olmaktan anneanne olmayı öğrenme; yaşlılığa giden sıralamanın kademelerinden bazılarıdır.

Televizyonda kimileyin rastladığımız sağlık programlarında, diyelim ki osteoporoz konusu konuşulduğunda bu konuya hiç ilgi duymayıp kanal değiştirirken, kemik erimesi ile yüz yüze geldiğimiz andan itibaren osteoporoz sözcüğünü duyar duymaz uzaktan kumandayı kapıp, televizyonun sesini açmaya yeltenmek yaşımızdaki değişiklik kadar yaşımızdaki değişikliğin eğilimlerimizdeki değişiklikleri nasıl belirlediğini de gösteren bir olgudur.

Sanki hiç bize uğramaz, sanki sadece komşuda olurmuş sandığımız, hayatın ta kendisi olan olgulara hiç yakalanmadan yaşayacağımızı sanırken, sadece göz doktoruna ya da diş hekimine gitmeyi bilirken birden bire vücudumuzun yorgunluğunu, eskimişliğini hissetmemiz kaçınılmaz olunca, hep komşuda olacağını sandığımız olgunun artık kapımızda olduğunun farkına varırız.

Artık o varsayılan komşu bizizdir.

Yaz kış, dere tepe hiç durmadan gezmek isteği bundan böyle kış aylarından başlayarak yerini evde oturma tercihine bırakmıştır kapımızı çalan yaşlılık ile..

Biraz daha yaşlanınca sadece kış ayları değil, yaz aylarında da yolculuk yapmaya yüksünmeler, ayakların şişmesinden, iklim farkını kaldıramamaktan şikayetler kaçınılmaz olur.

Hiç erinmeden, yani üşenmeden yürünerek gidilen alışveriş merkezleri, çarşı pazar gibi yerlere artık arabasız gidilemez olmuştur.

Okunan ciltlerce kitap kıyılıp atılamamış, kimselere verilememiş ve artık tozlarını solumak kaldırılamaz olmuştur. Bunca kitabı bir kütüphaneye bağışlamanın iyi olabileceği düşüncesi ağırlık kazanmıştır epeydir.

Sadece yeni kitaplar okunabilir olmuştur, tozsuz oldukları için. Elbette gözler izin veriyorsa.

Kemikler erir, gözlerde de tansiyon yükselir. Hormonlar değişeli çok oluştur yaşlılık ile.

Dik durulan, “Sırım gibi, selvi gibi, çakı gibi “ yakıştırmalarının yapıldığı yaşlar da, duruşlar da artık fotoğraflarda kalmıştır.

Japonlar, aile büyükleri yani anne babaları altmış beş yaşına gelince onlara kırmızı bir çift terlik hediye ederlermiş. Bu, artık o yaşlıların bebek gibi olduklarını , ikinci bebekliklerini yaşadıklarını anlatmak anlamına gelirmiş.

Bazı yerel kabilelerde, buzullarda yaşayanlarda yaşlıların ıssız bir yere terkedilerek soğuktan donarak ya da aç vahşi hayvanlarca parçalanarak öldürülmesi yaşanan olaylarmış.

Çağımızda yaşlılar için kanunlar var. Yaşlılara hizmet veren , yaşlılarına maaş bağlayan, onları koruyan, bakan, imrenerek izlediğimiz ülkeler var.

Görmüş geçirmişlik, tecrübe, rafine edilmiş duygular, arınmış yalınlaşmışlık anlamına gelen yaşlılıktan kaçınılmaz; ama yaşlanılsa da asla ihtiyar olmamak lazım, “yaşlanmayan yaşlı” Müzeyyen Senar'ın dediği gibi.


ACEMIDEMIRCI

Merhabalar,
Bayramınızı kutlarım.
Sağlıkla, mutlulukla, bolluk ve huzur içinde daha nice bayramlar dilerim.
ACEMIDEMIRCI

20 Kasım 2009 Cuma

Asi Dizisi 8.Bölüm Ardından

Hepinize Merhaba...



8. bölüm kolaj görüntülerinden oluşan 'kapsamlı' fragmanımız...


http://www.youtube.com/watch?v=L0gNxvbemXM

http://en.sevenload.com/videos/fCvN5dz-Asi-Dizisi-Klip-Boeluem-8


Sevgilerimle...

18 Kasım 2009 Çarşamba

Asi Dizisi 7.Bölüm Ardından

Hepinize Merhaba...

Asi dizisi 7. bölüm kolaj görüntülerinden oluşan 'kapsamlı' fragmanımız...

http://en.sevenload.com/videos/fY9tGyv-Asi-Dizisi-Klip-Boeluem-7

http://www.youtube.com/watch?v=TKS56MZm00k

İyi seyirler...

16 Kasım 2009 Pazartesi

Dil: Acıtandır da, incitendir de ama sevgi de anlatılır dil ile

Ezop’un hikayelerinden sıklıkla yararlanırız. Teşbihte hata olmaz diyerek ya da örnek vererek. Kimisi Ezop’un öyküsüdür der anlattığı kıssadan hisseye kimisi padişahın biri diye başlar bazıları da bir vakitler bir hükümdar varmış der.

Kim ile anılırsa anılsın, süzülmüş, imbikten geçmiş, rafine tecrübelerin ya da yaşanmışlıkların bir sonraki kuşaklara geceleyin ay gibi, sokak lambası gibi, deniz feneri gibi, karanlıkta mum gibi mutlaka ışık tutan dersleri, çok değerlidir. Gün gelir mutlaka hak veririz, doğruluklarına pey biçeriz.

Böyle hikayelerden biridir dil hikayesi. Hani “Hükümdarın biri, kimisine göre vezirinden kimisine göre Ezop’tan dünyanın en lezzetli yemeğini istemiş. Karşısına dil gelmiş, güzelce pişirilmiş halde. Ardından dünyanın en acı yemeğini istemiş hükümdar. Ne geleceğini merak ediyormuş. Gelen tabağın kapağını açınca yine dil görmüş. Merakla sormuş en lezzetli yemek olarak dilin, yine en acı yemek olarak da dilin gelmesinin sebebini. Açıklama kısa ve aydınlatıcıymış.

“En güzel sözleri söyleyerek bize en güzel duyguları hissettiren, sevindiren, coşturan da dildir, bizi taa yüreğimizden yaralayan, üzen, acı çektiren de dildir.”

Buna katılmamak mümkün müdür? Değildir elbet.

Dil, yaşayan ve gelişen bir olgu. Kuralları var, tonlaması var, rengi var. En ufak bir tonlamada, bir vurguda anlamı ya da yöresi değişiveriyor.

Eşanlamlı sözcükler var dilin içinde. Diyelim ki “baş” ve “kafa”. Eş anlamlı dediysek, her daim eş anlam taşıyor ya da eşit kullanılıyorlar demek mümkün olamayabiliyor.

“Baş başa vermek” dediğimizde sadece iki kişinin birlikte bir konuyu irdelemesini anlarız ya da bir eylemi birlikte yaptıklarını. Mesela baş başa yemek yemek gibi. Ancak kafa kafaya yemek yediler dememiz olası değildir. “Baş başa vermek” gibi “kafa kafaya vermek” de kullanılan bir deyim. Ancak “kafa kafaya verdiler” deyince bir işi planlayan, bir işi kotaran kafadarlar, aynı yola çıkan aynı amaçtakilerden bahsedildiğini düşünürüz. “Kafa kafaya verdiler” deyimindeki anlamı, asla “baş başa verdiler” deyiminde bulamayız.

“Baş verdi” dediğimiz olur tohumların yeşermesi sırasında. Asla “kafa verdi” demeyiz.

“Kafa tutmak” dediğimizde, direnmek, karşı çıkmak, bir nevi isyan etmek anlamları çıkarsak da “baş tutmak” deyimini duyunca bir işe öncülük etti, bir işin yolunu açtı anlamlarını algılarız.

“Başı tuttu” diye duyduğumuzda mesela, migreni olduğunu düşünürüz başı tutanın. Ya da baş ağrısına tutulduğunu. Oysa “kafası tuttu” denildiğinde, fikirlerinin uyuştuğunu, aynı paydalarda buluştuklarını anlayıveririz.

Kafası bozuldu diye duyduğumuzda anlarız ki o kişinin asabı bozulmuş, bir şeylere kızmış, öfkelenmiş. Duyguları karışmış yani. Kızmak gibi bir duygu geçmiş öne. Oysa"Başı bozuldu" diye duyarsak, bir birlikteliğin yani evliliğin bozulduğunu, bittiğini anlarız.

At yarışlarında kıl payı kazanan at için “at başı geçti” denilir. At kafası geçti denilmez. Kafa ve baş anlamdaş olsalar da.

“Baş olmak”, öncü, önder olmaktır. Bir makamın başındaki denir. Başta o var denilir, filanca var denilir. Ancak kafa sözcüğü kullanılmaz bu anlamda. Kafa denilmez çünkü baş, kafanın aksine bir de ilk olan, birinci anlamını taşımaktadır.

“Başlı gitti” diye bahsedilen bir kişi için temelli gitti denmek istenilmektedir.

Yeni evlilere, “başa kadar olsun” denilir, yani bu baştan taa öbür başa kadar. Başlı olsun denilir.
Anlaşan insanlara “kafadar” denilir ama bu anlamı veren baş ile ilgili bir deyim yoktur.

“Bir insanın kafası bozulur” ama başı bozulmaz, “kafası atar” ama başı atmaz, “başının gözünün sadakası” denilir ama kafasının gözünün sadakası denme adeti yoktur, “başa gelen çekilir” denilir ama kafaya gelenden bahsedilmez, “başımı taşlara vursam” diyen de olur “kafamı duvarlara vurdum” diyen de..

“Başa tac ederiz” ama kafasını, kaşını gözünü kırarız, “başımızın üstünde yeri var” deriz ama ille de “kafa atarım haa” diye korku yollu azarlar gelir kızgın kişilerden.

“Kafamda bir sürü düşünce dolaşıyor” desek de başımda düşünce var demeyiz, “kafası karışık” deriz de başı karışık demeyiz. “Başına bir haller geldi” deriz ama kafasına bir haller denilmez, olsa olsa “kafası yerinde değil” denilir.

“Kafası yerinde değil “dediğimizde, dalgın, düşünceli, kendinde değil demek istiyoruzdur. Bunu başı yerinde değil diye anlatmayız.

Dil, matematik zekası ile anı zekayı gerektirirmiş. Matematik gibi formüle edilebilir, oynanabilir bir olguymuş.

Dilin inceliklerini öğrendikçe gönlümüz açılıyor. Zaten eski dilde “dil” sözcüğü, gönül anlamına da gelmez miydi?
ACEMIDEMIRCI

12 Kasım 2009 Perşembe

Asi Dizisi 6.Bölüm Ardından

Hepinize Merhaba...



6. bölüm kolaj görüntülerinden oluşan "kapsamlı fragman"ımız...

http://www.youtube.com/watch?v=nzRUZoAJKjM

http://en.sevenload.com/videos/QihMEr2-Asi-Dizisi-Klip-Boeluem-6


İyi seyirler...

4 Kasım 2009 Çarşamba

Asi Dizisi 5.Bölüm Ardından

Hepinize Merhaba...



5. bölüm kolaj görüntülerinden oluşan "kapsamlı fragman"ımız...


http://en.sevenload.com/videos/zK4KL4A-Asi-Dizisi-Klip-Boeluem-5


http://www.youtube.com/watch?v=Dsb8FB_VQPU



İyi seyirler...

3 Kasım 2009 Salı

Asi’yi hatırlasak mı biraz..

Son günlerde sitemizde yer alan 2:22 dakikalık klipler ile hasret gidermeye çalıştığımız Asi dizisinin bu denli bereket yağdıran bir dizi olabileceğini hangimiz tahmin edebilirdik.

Önce Hatay sevgisi gelişti Asi dizisini izleyenlerde. Neyse ki Asi dizisi başladığında biz hiç görmediğimiz GaziAntep ve Hatay için hemen birkaç hafta içinde karşılayacağımız bayram için turda yer ayırtmış ve mozaik müzeleri hakkında internette çoktan araştırmaya başlamıştık. Sonra mısır tarlasında gezinenleri gördüğümüz öntanıtımıyla Asi dizisini izlemeye karar verdikten sonra dizinin Hatay’da çekildiğini fark edip, Hatay gezimiz için veriler toplayalım dedik. Oysa ki çok iyi biliyoruz ki tur programı tamamen dolu ve zaten bize yeteri kadar güzellik de gösteriyorlar.

Bayramın ilk günü Gazi Antep’e gitmiştik. İlk kez görüyorduk bu kadar doğuyu.
İyi ki gitmişiz, büyülendik.

Her şey çok farklı ve güzeldi, beklediğimizden çok daha iyisini bulduk.

Yermekler anlatılacak gibi değildi, lezzet küpüydü, mimari karşısında nutkum tutuldu. Resim çekmekten seyretmeye vakit kalmadı desem yeridir etrafı.

Tur otobüsümüzde önümüzde iki şirin genç hanım oturuyordu. Bu tura katılmaya, Asi dizisini izledikten sonra karar vermişler. Biri Demir’e aşıktı genç hanımların , diğeri de Hatay’da, şehrin içinde, bir göbekte, çevredeki binaların arasında küçücük kalmış aşk tanrıçası Tike’nin heykeline.

Hatay’ı gezdikten, yemeklerini tattıktan sonra Asi dizisine olan bağlılığım daha arttı. Dizide gezdiğimiz yerleri görünce heyecanlanıyor ve orayı ismiyle hatırlıyor olmaktan mutluluk duyuyorduk.

Asi dizisi harika bir ortamda, Hatay’ın olağanüstü güzellikleri, eskilerden kalma nefis mimarisi olan evleri, duvarların arkasına saklı küçük fıskiyeli havuzları olan nefis ve serinletici bahçeleriyle taş konaklarıyla muhteşemdi.

Metropollerde, bloklarda, apartman daireleri içinde kendisini bir konsolun çekmecelerinden birisine tıkılmış gibi hisseden insanların, tam da başka hayatlar da varmış diye düşüneceği cinstendi her yer Hatay’da..

Asi’yi çok sevdim/sevdik. Erdemli, katıksız bir sevgi ile süslenmişti öykü. Sevgiyi sevdik Asi dizisinde. Sevilesi cinsten bir sevgi vardı. Katlanmayı bilen, başı dik, taviz vermeyen.

Asi demek sadece iki oyuncu demek olmadı benim için yani Asi ve Demir’e indirgemedim diziyi. Şu gerçek ki o iki oyuncudan başkasını, o iki rol için asla düşünemiyorum, yakıştıramıyorum. Aslında sadece o iki rolün oyuncularını değil, anne rolündeki oyuncu dışında tüm oyuncuları tamı tamına o rolde görmeyi isterdim yine.

Asi bize çok şey sundu sunulanların hiç birinde olmayan. Bize entrikalarla dolu bir aşk, hile, hurda içinde ilişkiler, aldatma, ihanet sunmak yerine kültür, gelenek görenek, mimari, çiftlik hayatı, gökyüzü, alabildiğine doğa sunarken Asi dizisi de efsane oldu..

Resimlerde gördüğümüz canlıları hiç olmazsa ekranda hareket ederken gördük, seslerini dinledik Asigiller’in, Demirgiller’in yaşadığı çiftlikte..

Tarihin içine girdik Asi ile. Tarihin her katmanında gezindik. Sanatından, inanç sistemlerinden, kültürlerinden esip geçtik. Sadece yoz bir sevgi, kuru bir dizi izlemedik.

Biz bir diziyi sevdik ama dizinin yapımcıları o diziyi bizim kadar sevebildi mi emin değilim.
Bu nasıl bir sanal ortamdı ki, kurguydu ki Hatay gibi küçük ama her konuda çok zengin bir yerde geçiyor olması bile bizim bağlılığımızı arttırdı, sade ve kır tarzı giysiler, has deriden çizmeler, gönden çantalar, lastik çizmeler görmeyi, lame, yüksek ökçeli, açık, şık ayakkabılara; pahalı, vitrinden henüz çıkmış gibi duran, parlak şaşaalı giysilere, takılara yeğledik.

Doğallığın tadını çıkardık. Doğal olanı aslında nasıl da özlediğimizi ve beklediğimizi hatırladık, hatırlattık.

Asi’nin kemikleşmiş izleyici kitlesi olarak adlandırılan bizler, sanırım ilhamlara da vesile olduk. Yeni Asiler için ilhamlar verdik. Asi’nin neden sevildiğine dair bir akıl yürütme, en kısa yoldan Hatay, çiftlik gibi hep bahsettiğimiz ögeleri sonuç olarak verebilir. O halde Hatay’da çekilecek yeni ve Asimsi dizilerin, Asi’den daha fazla sevileceği de kolaylıkla düşünülebilir.

Böyle düşünenler olmuş olmalı. Asi ile ilgili hepimizin bildiği bir sitede, Asi sonrası diziler ele alınıyor. Zaman zaman okuyorum arkadaşların izlenimlerini. Hiç birisi Asi olamıyor, olsa olsa Asi’nin çekildiği yerlerde çekilen yeni bir dizi olmaktan öteye gidemiyor yazılanlardan çıkardığım sonuca göre..Çoğunun, alıştığımız mekanlarda, yerlerde yabancıları görmesi yada o dizideki birer yabancı olarak görmelerini yadsıyan satırlarını okurken aynı şeyleri düşündüğümüzü hissediyorum.

Neden mi? Çünkü Asi sadece Hatay’dan ibaret değildi. Hatay’ın olağanüstü havasıyla yoğrulmuş kültürüyle renklenmiş, yemekleriyle lezzetlenmiş, tabiatıyla kokmuş o dizi, tüm bunların bir kokteyliydi, karışımıydı ve senaryosu bambaşkaydı. Belki tamamen bir tesadüf, planlanmamış, hesaplanmamış bir kartopuydu Asi , beklenmedik bir çığa dönüşen. Öyle bir çığ ki hala önünde durmak zor. Çağıl çağıl tepeden akarken, hiç bir bent önünde duramıyor. Yani hiçbir benzer oluşum, dizi benimsenemiyor, kar taneleri gibi savruluyor.
ACEMIDEMIRCI