26 Kasım 2010 Cuma

Çatı Uçuran, Sis Dağıtan, Yüz Okşayan, Saç Savuran: Bahar Yeliyle, Kara Yeliyle Rüzgar

Genizleri yakan, içi daraltan koyu kurşuni renkli sisin çöküp, üstünde kalan mavi, taze ve ferahlatıcı hava ile tüm bağları kestiği günlerin ağırlığını bıçak keser gibi kesip atandır rüzgar. Kirlilikten kurtuluşun, nefes alabilmenin anahtarıdır.

Rüzgara sadece rüzgar denilip geçilemez de. Türlü türlüdür esen yel. Kuzeyden eseni, denizden geleni, dağ esintisi taşıyanı, sabah yeli getireni, keşişlemesi, lodosu, poyrazı, karayeli farklı farklı eser, başka başka değer saçlara, çatılara, yüzlere, ekinlere. Hepsinin sesi de, vuruşu da ayrıdır.

Rüzgarda başaklar salınır da, eğilir de. Rüzgarına göredir eğilim. Serti de olur rüzgarın, okşarcası da. Okşamanın en belirgini ekin tarlarında görülür. Yeşil başakların, sarı olgun ekinlerin esen yelde başlarını yatırmaları, kıvrak olmayan ama soylu bir rakstır.

Saçları savurarak yüze hafifçe bir serinlikle değen rüzgar, en romantik rüzgardır. Filmlerin de vazgeçilmez konusudur bu rüzgar. Erkek, kıza sevgisini ve korumacı davranışını bu rüzgarla çoğunlukla gece serinliğinde gösterir, ceketini kızın ürpermiş omuzlarına koyarak.

Kirli havaların korkusudur rüzgar. Uğultusuyla ve çarptığı kapı pencere sesleriyle geliyorum haberini uçurur ilk, gittiği her yere. Ardından çoklukla yağmur da getirir. O yüzden bereketin ilk adımıdır rüzgar.

Rüzgar aşılayıcıdır. Çiçeklerin tozlarını taşır. Ağaçtan ağaca taşıdığı tozlarla meyveler olur, tohumlar olur. Toroslar’ın koca sedir ağaçlarından beyaz duman gibi yükselen tozlar, rüzgarın onları taşımasını bekler.

Rüzgar, en yüksek sesle dolanırken ağaçtan ağaca, o çiçekten bu çiçeğe, sessiz bir görev içindedir de hem.

Dağların açık havalarında, rüzgar bir başkadır. Yaban çiçeklerinin dokunaklı renklerinden söküp getirir bin bir çiçeğin buram buram ıtırını. Şehirlerde bu yabanıllık yitmiş olsa da, rüzgarın çiçek açmış bir ağaçtan taşıyıp pencere pervazlarına bırakıverdiği iğde kokusu da şehirde duyulabilecek en doyumsuz kokulardandır tıpkı ılık akışlı ıhlamur kokusu gibi.

Her yerin havası, kokusu, rüzgarı ayrıdır, Fethiye civarlarının da. Oralar günlük ağacı ile süslenmiştir. Küçücük günlük ağacı kozalakları ile döşenmiştir yollar. Yol boyunca, ufak çınar yapraklarını andıran yapraklarla dolu dallarını uzatırlar dostça gelip geçene günlük ağaçları.

Günlük kokusu en hatırı sayılır kokulardandır. Çok dar bir bölgenin, nazlı ağacının baş döndüren kokusunu yayar günlük ağaçları, rüzgarın cömert eliyle.

Rüzgar ulaktır, doğanın koşturan sesidir. Kokular serer balkon kapılarına, pencere önlerine günlük ağaçlarından, iğdelerden, kır çiçeklerinden, her renk güllerden çalınmış. Ağaçların, çiçeklerin tozlarını alır götürür onları bekleyen başka ağaçlara, çiçeklere. Rüzgarın haşmetli çığlığını duyan bitkilerin gönlü genişler, tozları taşınacaktır, çoğalacaklardır, bilirler sevinerek.

Rüzgarla depreşir pek çok duygu. Ilık esen bahar rüzgarlarıyla kaynar kanları yeni yetmelerin, yürekleri aşılanmak için sevda çiçeği tozu bekleyenlerin. Toprağı, çam dallarını, dağ başlarını, insanı yorarak geçen kışların bitiminde esmeye başlayan akışkan ılık bahar yelleri, kavak yelleri oluverir çoklukla daha onbeşindekilerin, onyedisindekilerin delikanlı gönüllerinde. Depreştirir ilk gençlik heyecanlarını, yürekleri yerinden fırlatır ılık bahar esintileri körpe yüreklerde. Gönülçelen oluverir kızlar, gönlü çelinen olmaya hazırdır zaten oğlanlar her baharda.

Rüzgarın halleri vardır, delice halleri, uslu, yumuşak başlı tavırları.

Aksaray’daki Güzel Baba Sokağı’nın başında, yıkılıp yerine derme çatma bir bakkal yapıldığı için artık bulunmayan eski ve tarihi Asmalı Çeşme, üç sokak ağzında yer alırdı.

Ana caddeden açı yaparak ayrılan iki sokaktan, tarihi taş Buharalı Derviş Emmi’nin camisinin bulunduğu sokakta, çelimsiz, çöpten çelebi ve yok yoksul biri yaşarmış yarım yüzyıldan fazla bir zaman önce. Bahar rüzgarlarında neşesi yerine gelir, ılgıt ılgıt esen ılık rüzgara karşı yürümeye doyamazmış. Olan tek kıyafetini yaz kış giyen bu kişinin eski gömleğinin düğmeleri çoktan düştüğünden hep bağrı açık gezermiş.

Baharda yüzünü okşayan rüzgarın tatlı okşamalarına ve burcu kokusuna doyamaz, cana gelir, efelenirmiş rüzgara şöyle diyerek “Es koçyiğidin bağrına es”.
Baharın sonu kış elbette. Koçyiğidin bağrına esen bahar rüzgarları güzün sonlarında sert esmeye başlar, hele ayazlarda dondurucu vuruşlarla değerek esermiş. O vakit çelimsiz koçyiğit, üzgün ve sitemkar bir yüzle rüzgara dönüp yakınırmış “Buldun benim gibi bir ceketsiz garibi, es bakalım”.

Çeşme’ye giden yolun artık sonlanmak üzere olduğunu, ilk sağdaki dağlarda gri metal rengini yükselten rüzgar enerjisi için dönüp duran rüzgar santralleri haber verir. Onlar, sesi uğultulu rüzgarı, hiç sesleri çıkmadan hapseder ve başkalaştırır.

Rüzgar, orda aşılanır. Artık aşılayıcı değildir oralarda, ağaçlarda olduğu gibi.

Bu santraller giderek çoğalıyor. Bu da dağların, ovaların, şehirlerin temiz kalmasına, yaşayan görünür görünmez her canlının suyunun, toprağının kirlenmemesine içtenlikle sevinen herkes için muştudur.

Aynı görüntüler birkaç yıldır Datça’da da var.

Çeşme de, Datça da rüzgarın kol gezdiği, esintinin soluklanıp soluklanıp nefesi tükenene kadar yelin her halini üflediği topraklardır. O toprakların rüzgarları, nasıl da faydalı olmaya başladı ışık olarak, karanlıkları aydınlatarak son yıllarda.
Rüzgara sevdalılar vardır. Çalının bülbüle, bülbülün çalının tepesine sevdası kadar bilindik olmasa da sevdaları.

Yelkenlilerin baş tacıdır rüzgar. Salkım saçak, süklüm püklüm duran beyaz yelkenler, hayat öpücüğü olacak bir rüzgar uğultusu bekler canlanmak için. O uğultu canlanacakları ilk nefestir, canları kadar sevdikleri rüzgarla dolacaklarının kulaklarına fısıldanışıdır.

Martı kanatları kadar ak kantlarıdır yelkenler, gemilerin. Açık denizlerin rüzgarları, yelkenlerin cansuyudur, bitmeyen sevdasıdır göğün altında. Hışımla vuran dalgaların üstünde, kamçı gibi vınlayan bir başka sevdadır bu.

Rüzgarla dolunca yelkenlerin bağırları, keyifleri yerine gelir. Alır başlarını giderler süzülerek tepelerinde süzülen martılar gibi. Rüzgarın kanatlarında rüzgar gibi uçarlar masmavi, dalgalı sularda keyiften beyaz beyaz köpürerek denizleri.
Yelkenler, rüzgarla yelkendir, yoksa yitiklikler içindedir.

Yel değirmenleri, rüzgarın yolunu gözleyen, yel ile beslenen, rüzgarın has dostudur. Yeşillikler içinde, yüksekçe kaya diplerinde, tepelerde, su kenarlarında olurlar. Taştan olanlarının güzelliği, doğanın işlemesini taşır. Demir kanatları kuşlara nispet yapar. Demirin pervane dansı, esen yel ile başlar. Rüzgarla coşar, rüzgarla öğütür buğdayı, yulafı, arpayı, çavdarı, mısırı.

En güzelleri de Alaçatı’da, Çeşme’de, Datça’dadır.

Çiftliklerin, kanalların ülkesi Hollanda’daki yel değirmenleri, Ege’nin taş yel değirmenlerinden daha farklıdır. Tahtadan ve sevimlidir. Onları görünce insanın aklına hemen ot damlı, sivri çatılı, önünde kırmızı çiçekler açmış şirin, önünde tavuklara, kazlara yem veren tahta ayakkabıları ile dantelli başlıklı eski Hollanda kızlarının dolandığı eski Hollanda evleri gelir insanın aklına. Masalımsı görüntüler sunar yel değirmenleri. Çocukluğumuz hikaye kitaplarını süsleyenlerden.

Seher, sabah rüzgarının sanki esermişçesine söylenen adıdır. Sabahın seherinde türküler yakılmıştır öten kuşlar için. Sabah yeli, uyku mahmurluğunu dağıtır doğan güneşin kızıl şafağında mahmurca eserken.

Rüzgarın hiddeti, öfkenin en köpürmüşüdür. Esmesin bir kez hiddetle, ne çatı kalır geçtiği yerde ne ağaç. Kökünden söker, çıkarır ağaçları kök saldıkları topraklarından. O ağaçlar onmazlar da bir daha.

Şiddetli rüzgarın kökünden söküp attığı zeytin ağacımız, biz yazın oraya varana kadar kökü dışarıda geçirmiş kışı da baharı da. Yazın, tekrar yerine diktik kökü kışın soğuğunda açıkta kalmış zeytini. Rüzgar, köklerini acıta acıta onu söküp çıkarmasın bir kez daha topraktan dışarıya diye dibine çok iri onlarca taş koyduk, zeytinin gövdesini sağlamlaştırdık yuvasında. Destekler verdik ona üç yandan.
Zeytin ağacımız, sonraki yıllarda rüzgarın şiddetinin acımasız olduğu kışlarda bile bir daha topraktan köküyle birlikte çıkmadı ama üçüncü senesinde kurudu.

Rüzgar, elektrik olur kimi yerlerde, santrallerden geçerek aydınlatır da, hiddetle koşarak hayatları karartır da. Evsiz de bırakır, köysüz de. Silip süpürebilir koca bir kasabayı, önüne kattığı gibi havalarda savurarak çatıları, pencereleri.
Rüzgarın yakınıdır hortumlar. Kadim dosttur rüzgar ile hortum.

Eskiden pek olmazdı buralarda hortumlar ancak artık özellikle rüzgarlı günlerde yapılan şehirlerarası yolculuklarda hortum görmek olağandışı değil. Üstelik çoğu da hakkıyla hortum. Bazen denizden koşarak geliyor hortum, koca bir filin burnundan kopmuş gibi, döne döne, dumanlı, koyuluklar içinde, grinin, koyu mavinin en hiddete bürünmüş rengine boyalı olarak.

Denizden esen rüzgarların en bilindik olanı imbatlardır. İzmir’in esintisidir imbat. İmbat eserken deniz kenarındaki bir camekanlı satıcıdan alınan ve denize karşı yenilen boyozların lezzeti ikiye katlanır.

Rüzgar, bir uğultudur. Tepelerin yalnızlığının şarkısıdır dağ esintileri. Yosunlu kayaların üzerinde gezinen görünmez gezgin, ağaç yapraklarının salınışını tatlı bir mırıltıya bürüyen çırpınıştır rüzgar.

Denizin çırpıntısıdır, yelkenin sevdasıdır, özlemidir yel. Ara sıra uzaklaşıp sonra dönüp dolaşıp yine gelen, ele avuca sığmaz kanatlarıdır yelkenlilerin.

Rüzgarın rengi yoktur ama hayat, rüzgarla renklenir. Doğa soluklanır rüzgarla, ekinler titrek bir dansa geçer rüzgar onların başlarına değince, başlarını döndürünce .

Diriltir rüzgar. Tazeler bedeni, duyguları. Uyandırır. Havasızlıktan bunalmış, sersemlemiş başların sersemliklerine son verse de, kamçı hışmıyla eserek döverse yüzleri, bu kez de rüzgar sersemletir.

Kapalı ortamlardan, havasız odalardan, kasvetli anlardan kurtuluş, rüzgarın yumuşak elinin saçlarda, yüzde dolaşmasıyla olur. Tazelik saçar bu okşayış. İçini titretir insanın, kendine getirir.

Tepelerde dolaşırken bir rüzgar uğultusu duymamışsanız, o tepe o gün yalnızdır. Hüzünlüdür şarkısını söyleyememekten. O dolaşmada da noksan bir yan vardır. Tepelerin korosu sadece kuş seslerinden oluşmaz ille rüzgarın uğultulu sesi de olacaktır.

Kestane, kocakarı, kırlangıç fırtınaları önce güçlüce bir rüzgarla başlar. Gök açılır, ufuk alabildiğine görünür rüzgar böyle eserken.Pencereleri, açık balkon kapılarını çarpar içeri dolan rüzgarın derin soluğu. Tülleri dışarı fora eder.

Ağaçlarda eğer kalmışsa tek tük sararmış, kızarmış yaprakları yere düşürür daha ilk esinti. Çıplak ağaç gövdelerinden ta uzaklara savrularak uçuşur kuru yapraklar..

Kestane fırtınasında dökülür at kestaneleri , gizlendikleri koca yaprakların altından. Rüzgarın sesinin yanında cılız bir inlemeyi andıran çığlıklarıyla dikenli kabukları çatlar at kestanelerinin düşerken. Sokaklar, kocaman kahverengi kestaneden boncuklar takınır kaldırım taşlarının üzerlerinde duran..

Bir de içerlerde, derinlerde esen rüzgarlar vardır, ta yüreklerde, gizli köşelerde. Fırtınadır aslında çoğunlukla onlar. Ne fırtınalar kopar gönüllerde kıra döke hiç ses vermeden. Ne bulanık dalgalarda boğarlar o fırtınalar ruhları. Onyedi yaşın kavak yellerline hiç benzemez bu kara yeller. Kırar, yıkar geçer. Viran ettiği de olur geçtiği yürekleri.

Rüzgar, tepelerin, yükseklerin efendisidir, ovaların aşılayıcısıdır, şehirlerin bulanık havasını silip süpürüp temizleyendir. Kırların, hercai renkler üzerinde tatlı tatlı mırıldanan eli, kara bulutlu havaların hiddetle kükreyen sesi, ağaç yapraklarını şen şakrak oynatan üfürük, çiçeklere kaçamak buseler konduran dokunuştur rüzgar, görünmeden serince.

Rüzgar, hayatın esmesidir. Hayatın tazelenmesi, soluk almasıdır. Çiçeklerin, ağaçların, yelkenlerin, yel değirmenlerinin yolunu gözlediği görünmez yolcudur. Okşayarak da gelir, yıka yıka da. En tatlı mırıltılarla da sokulur, kükreyerek de. Sisli havalarda en özlenendir. Pusun korkusudur. Hayattır, hayat verir.

ACEMIDEMIRCI
acemidemirci@gmail.com

22 Kasım 2010 Pazartesi

Haksızlığa uğramış bir sayı: Aslında uğurlu olsa da batılca uğursuz bellenen 13

Uğursuzluk denilince akla ilk gelenlerdendir 13. Merdivenaltı gibi, karakedi gibi.

Oysa onca deprem, felaket, acı olay, yangın, yıkım, ölüm, her sayı ile ifade edilen, haftanın her gününe denk gelen herhangi bir tarihte olabilir, olmuştur da.

Neden 13, onca sayı içinde karalanan, uğursuzlukla damgalanan sayı olmuştur.Ne olmuş da 13'lü sayılarla ifade edilen günlerden bile korkulur olmuştur hele de 13'lü gün Cuma ise. Öyle bir vaveyla kopar ki bazen, afişlere bile işlenir.13 sayısının neden bu kadar ürküldüğü, korkulduğu, kaçıldığının cevabı işte bu sorunun birebir cevabıdır aslında.

Elbette vaveylalar durduk yerde kopmamış, kopartan bir ilk kıvılcım, akabinde de yangınlar olmuştur diye düşünmek hiç de yanlış olmaz.

13 sayısı bizim topraklarımız, geleneklerimiz ve inançlarımız, batıl inançlarımız içinde uğursuzluk payesi ile nitelenmemiş hiç. Bu paye çok uzaklardan gelmiş.Irak ellerin yaban payesi yani.

O uzaklar, daha önce, tarihte, 13 sayısı ile yüzleşmişler, onlar için hüzün olan sonuçların tarihlerinin mutlak değeri, mutlak ve mutlak olarak 13 sayısını vermiş.
Oysa o tarihlerde onlar üzülürken biz bir zaferle, bir muştuyla, bir çağı kapatıp bir çağı açarak tarihin akışına yön vermekle, sevinçler içinde yüzüyormuşuz.

13 sayısı değil uğursuzluk olabilecek en olmazların oluşuyla en uğurlu tarihlerin mutlak değeri olmuş bize. Bizi sevindirmiş 13 ama uğurlu olarak nam salmamış salmasına hiç buralarda ancak üzülenlerce lanetlenecek kadar uğursuz bulunmuş.
Mutlak değerleri 13 olan o tarihi günler, kazananlar olarak uğursuzluğun bizim yanımızdan hiç geçmediği ama elbette bir kazanan varsa bir de kaybeden olacağı gerçeğini kaybedenlere adamakıllı öğrettiği için, kaybeden olmayı öğrenenlerce o tarihlerin mutlak değeri olan 13, uğursuz addedilmiş. Oysa kazanan taraf, 13 sayısını uğurlu addedecekken buna yanaşmamış dahası zaman içinde uğursuz kabul edenlerin kabullerini kabullenmiş bir çırpıda tarihi unutuverip.

Bu tarihlerden en bilinenlerden biri İstanbul'un fethidir.

İstanbul 1473 senesinde, Fatih Sultan Mehmet zamanında Türkler tarafından fethedilmiştir, bunu bilmeyenimiz yoktur.

Zorlu akınlar, onca başarısız denemelerden sonra İstanbul adlı dünya istiridyesinin biricik has incisini takınmak, bir ülke için ne denli sevindirici, unutulmaz, gerçekleşmesi en olasısız sanılan başarı ise, o inciyi takınmaktan mahrum kalanlar için de o denli unutulmaz bir yenilgi ve kayıptır kuşkusuz.

Surdan zincirli, ada ada mineli, mavi boğaz dalgalı safir kenar taşlı, Haliç adlı altın boynuzdan yüzük kaşı, Galata Kulesi adlı ışıltısı, Kız Kulesi adlı yontusu, kenarını çevreleyen sarıçamlı tepelerden zümrüt taşlarıyla o inci, bembeyaz, anamızın sütü gibi ak, kimlerce kurulup, onlarca kez kimlerce yönetilmiş olmasına karşın bulutlar gibi saf yüzük taşımız oluvermiş haritamıza 1473 yılında.

1453 sayısında yer alan her bir rakamı birbiri ile toplayınca elde edilen sayı yani mutlak değer, 13'dür. Yüzükten haritamıza, İstanbul adlı eşi olmayan has inci taşımızı oturttuğumuz gün, mutlak değer 13 olan bir yılın içindedir, 1453 yılının.

Bizim sevindiğimiz gündür zafer esintili bir 1453 yılı Mayıs günü. Bize müjdelenen gündür. Beklenilen gündür. Asırların rüyasının gerçekleştiği o tek bir gündür. Taşını nicedir bekleyen yüzüğümüze, İstanbul'un, inci taş olduğu gündür.

O aynı gün, nicedir sağlam olmayan, yorgun, kıymeti bilinmedik, kirletilmiş, taşı yerinden oynayan eski başka bir yüzüğün taşsız kaldığı gündür. Mutlak değeri 13 olan o aynı gün, bir yüzüğün taşına kavuştuğu diğer yüzüğün taşının düştüğü gündür..

Yine bir toplum için ilahi armağan, erişilmez bir nimet, karanlığın korkusu, aydınlığın kendisi, ışığın zerrecikleri olan doğumların ya da doğuma giden ilk oluşların başlangıcı, başka toplumlar için kurulu düzenlerin sarsılması, allanıp pullanarak çirkinliği, kötülüğü yaldızla sıvalanmış alışılmış ya da tesis edilmiş yerleşik her şeyin, yanlışların, kandırmacaların, doğru bildiklerin, doğru gösterilenlerin, derme çatma, iğreti oluşumların çöküşünün denk geldiği tarihlerin mutlak değeri de 13'dür.

Talas Nehri kıyısında Araplar ve Çinliler arasında gerçekleşen savaşı Araplar kazanınca, Türk tarihi de yeni bir yön kazandı.

Bu savaş 751 yılında olmuştu. Mutlak değeri 13 olan bir tarihte. Türkler, bu savaştan sonra İslamiyeti tanıdı, Sonra şaman dinini bıraktı, yeni inançlarla donandı. Donanmakla kalmadı donattı bile bir değil iki değil üç kıtada. Bilmem kaçıncı imparatorluğunu kurdu, yüzüğüne inci taşlar ekleyecek fetihler yaptı.
Yine Müslüman kitlenin, İslam dini mensuplarının yani bizlerin Peygamberi Hz. Muhammed Mustafa, 571 yılında, Nisan ayında doğmuş yani mutlak değeri 13 olan bir yılda.

Bir de Fransız Kralı, kendisi için tehdit gördüğü ve Fransa’da enikonu neredeyse kendisi kadar söz sahibi bir grubun mensuplarını, 13 Ekim 1307 Cuma günü tümüyle yok ettirmiştir. İşte 13 Cuma o günden sonra farklı bellenmiştir denilmektedir. Yani 13 Cuma’nın uğursuz bilinmesi o gün ile başlamıştır. Bizim tarihimizle ve İslam inancıyla hiçbir ilgisi yoktur tıpkı İstanbul Salı günü fethedildiği için Salı günlerinin Rum kadınlarca uğursuz bellenmesi ve sonradan bunu Rum kadınlardan öğrenen Türk kadınların buna onlardan daha fazla inanmaları gibi.

Eminim 13 mutlak değeri ile anlatılacak daha pek çok tarihi gün var ancak 13 sayısının kimler için nasıl farklı anlamlara sahip olduğunu göstermek için bu örnekler yeter de artar bile.

Ben, 13 sayısının bizler tarafından bu denli horlanmasını benimsememekle birlikte ve 13 sayısının bize defalarca uğramış tarihi uğuruna rağmen içimizden 13'ü uğursuz addedenlerin bunu neden böyle kabul ettiklerini, haklı bir gerekçelerinin olup olmadığını da merak ederdim. Belki bir olay yaşadılar da böyle düşünmeye, davranmaya başladılar diye düşündüğüm de olmuştur 13 sayısına önyargılı tüm yaklaşımlar karşısında.

Çoğunun aslında hiç de öyle olmadığını sadece kulaktan dolma bilgiler ya da 13 Cuma günleri konu edilmiş dehşet dolu anlarla dolu yabancı menşeili filmler izlemenin sonunda böyle düşündüklerini öğrendiğimde, peşin hükümlü olmak hakkındaki görgüm zenginleşti.

Peşinen kabul etmek, peşin hükümlü olmak demektir. Ancak nasıl da kolaylıkla peşin hükümlü olunabildiğini, ben de yakınlarda yaşayarak öğrendim. Hem de 13 sayısı sayesinde.

Bir ev almak, başa da bir çok iş almak demekmiş. Yeni bir ev demek, yeni pek çok koşuşturma, bir olgunun bir kerede değil üç beş kerede halledilmesi demekmiş.
Bazı şeyler bizi çok meşgul etti evin ilk günlerinde hatta ilk aylarında. Bunlardan biri de telefonumuzdu.

Artık başka bir mahalleli olduğumuz için telefon numaramızın da değişmesi gerekiyordu. O güne dek kullandığımız numaramızı bırakacak ve yeni mahallemize ait bir numaraya dönüştürecektik. Alıştığımız eski yedi haneli sayılardan kopacak yeni bir yedili ezberleyecektik.

Eve bağlı bir telefon hattı olmadan evdeki bazı etkenler etkinleşemiyordu. Bunlardan biri de internetti. Yeni numara alacak ancak önce eskisini iptal edecektik. Artık aramızda onlarca otobüs durağı bulunan en azından kırk dakikada gidilebilen eski mahallemizde yer alan postahaneye gittik o mahalleye ait numaramızı iptal edebilmek amacıyla.

Bu işlerin oldukça acemisiydik. Bu yaşımızda, borç harç, bireysel emeklilik, kurum vakıfları gibi tüm üyelikleri sonlandırarak ve banka kredisi de çekerek henüz bir ev alabilmiştik uzak bir mahalleden. İlk kez de telefon numarası değiştirecektik mahalle değişikliği nedeniyle.

Postahanedeki görevliye durumumuzu anlattık. Artık eski evimiz ile ilişiğimiz kalmayacağını, dolayısıyla eski mahallemize ait telefon numarası ile işimizin bittiğini, başka mahalleye gideceğimizi, o mahallede de elbette o mahallenin numarasını kullanacağımızı anlattık. İstediğimiz şey, şu an itibariyle eski numaramızın üzerimizden düşmesi ve kullanacağımız yeni numaramızın üzerimize geçmesiydi.

Yeni bir telefon numarası alma işleminde birkaç telefon numarasından birini seçme şansınızın olduğunu duymuştuk. Biz de postahanedeki işimizi halledecek erkek görevliye, içimizin ısınacağı bir numara seçmek istediğimizi söyledik. Onun bilgisayar başında, gözleri ekranda biraz da umursamaz halli, ilgisiz tavırlı çalışmasını izlemeye koyulduk.

Kolaylıkla ezberleyeceğimiz, benimseyebileceğimiz bir numara seçmeyi beklerken yeni numaramızın içinde olmasını istediğimiz sayılar hakkında dileklerde bulunarak.kendi aramızda da konuşuyorduk eşimle.

Görevli bize dönerek numaramızı seçtiğini belirtip yeni numaramızı bize söyledi. Biz numaramızı bizim seçeceğimizi sanıyorduk, bizim yerimize bizim numaramızı bizzat kendisi seçen görevliye numaramızı bizim seçmemizin mümkün olup olmayacağını sorduk. Kendi telefonumuza ait numarayı biz seçmek isterdik. Bizde uykusuzmuş hissi bırakan görevli, numarayı kendisinin seçtiğini ve bizim için yeni bir numaranın mümkün olmayacağını söyledi. Bize sormadan, bizim fikrimizi almadan ekranda gördüğü numaralar arasından bizim numaramızı kendi kendine belirlemişti görevli bey.
Kendisine teşekkür ederek yeni numaramızı not ettik. Bugün o numaradan aklımda kalan tek rakam içinde 13 rakamının yer almasıydı.Yeni telefon numaramızın son iki rakamı 13 idi.

Eşimle gözgöze geldik 13 sayısını duyunca. Aklımıza en ilk gelen uğursuzluk olmuştu. 13'ün çağrıştırdığı başlıca kavramdı uğursuzluk. Ürpermiştik. Batıl inanç filan diye düşünmemiştik bile 13'ün uğradığı hışmı. Eni konu korkmuştuk hatta 13 kulağımıza değince.

Postahaneden çıktığımızda tüm Bahçelievler yağmur ile yıkanıyordu. Postahaneye gelirken bulutlu olan havanın yerini bardaktan boşanırcasına yağan ve iliklerimize kadar bizi ıslatan bir yağışın aldığını görünce acaba 13'ün getirilerine mi yakalandık diye düşündüysek de yağmurun rahmet olduğunu hatırlayarak yanılıyor olacağımıza karar verdik. O gün Ankara yağışlıydı ve biz de yağışa yakalanmıştık diye düşündük.

Bahçelievler mahallesi sakinlerinin çok yakından bildiği araç parkı için yer bulamamak ve bu nedenle birkaç sokak ötelere kadar gidip epeyce uzakta park etmek zaten oralarda senelerce yaşamışlar olarak bize yabancı bir durum değildi. Kanıksadığımız ama her defasında da söylendiğimiz olgulardan biriydi.
Sicim gibi yağan yağmur altında tek şemsiye altına sığınarak birkaç sokak ötedeki arabamıza iliklerimize kadar ıslanmış olarak vardık. Arabanın içine kendimizi atıp, arabanın üstüne düşen yağmur damlalarının bir türküde söylendiği gibi pıt diye düşmelerini ve biraz da ısınmayı bekliyorduk Mart ayının soğuğunda.

Eşim arabamızın anahtarını almak elini cebine götürdü. Anahtar o cebinde değildi. Diğer cebine baktı, orada da yoktu. Montunun cebinde de yoktu anahtar. Olsa olsa postahanede bırakmış olmalıydık anahtarı.

Bir an önce gidip bulmalıydık arabamızın anahtarını. Ucunda arabanın markasına ait amblem bulunan anahtarlığı bulan kötü niyetli birinin, arabayı amblemden dolayı kısa sürede bulması ve dilediğini yapması mümkündü. Telaşlandık bu olasılığı düşününce.
Yağmur daha da artmıştı. Hava üşütüyordu. Oldukça ıslanmıştık. Biran önce yağmur altında ıslanmaktan kurtulmak, damlaların düşüş sesini dinleyerek keyifle seyretmek istiyorduk yağmuru sıcak bir şeyler içerek oturduğumuz yerden.

Ama öyle olmadı. Giderek daha da şiddetlenen yağmurun altında tekrar postahaneye dönmek üzere yürüdük. Anahtarımız, postahanedeki oturduğumuz hiçbir koltuğun önündeki sehpada yoktu. Doğrusu endişelendik. Postahaneden ayrılmadan önce bir de güvenlik görevlisine sormak istedik. Anahtarımızın birisi tarafından bulunup, teslim edilmiş olabileceğini umarak.

Öyle de olmuştu. Anahtarı bulan birisi arabamızın anahtarını güvenlik görevlisine teslim etmişti.

Güvenlik görevlisi, arabanın markasını, anahtarlığın neye benzediğini sorarak anahtarlığın bize ait olduğundan iyice emin olduktan sonra bize teslim etti. Bu arada üzerimizden akan yağmur suları, postahanenin zeminine damlıyor ve geçtiğimiz yerlerin ıslanmasına neden oluyordu.

Anahtarımız ile birlikte postahaneden çıktık, olanca gücüyle yağan yağmur altında uzakça park ettiğimiz arabamıza ilerledik. Yağmur sularının sığ bir dereye dönüşüp aktığı sokaklarda, haşin yağmur damlalarıyla ıslanarak. Arabaya biner binmez derin bir oh çeksek de ıslak gocuklarımız, oturduğumuz yerleri de ıslattığı için rahatsızlığımız eve kadar sürdü. Üstümüzden çıkardığımız gocuklarımızın kuruması birkaç gün aldı.

Artık bir telefon numaramız vardı. İş, bu numarayı eve taşıtmaktı şimdiden sonra.
Yeni semtimizin postahanesine başvurarak yeni numaramızı evimize bağlatmak istedik.
Yetkili ekip geldiğinde eşim evdeydi. Ben de akşama eve dönünce yeni numaramızın çalışıyor olduğunu görmekten mutluluk duyacağımı bekliyordum.

Eşime telefon açtığımda, ekibin geldiğini ancak evdeki hiçbir telefon girişinin çalışmadığını, apartmanın telefon ankastresinden bizim haneye gidiş olmadığını bu nedenle hattımızın eve çekilemediğini söyledi.

Çok şaşırmıştım. Eşimle aynı kuşkuya düşmüştük yine. Acaba sonu 13 rakamı ile biten telefon numaramız nedeniyle mi bütün bunlar başımıza geliyordu. 13'ün gadrine mi uğruyorduk. Uğursuz 13 mü neden oluyordu bu ardı arkası gelmeyen tersliklere.

Elektrikçi çağırdık telefon bağlantımız ile ilgili sorunu çözmesi için. Gelenler bir şeyler yapsa da telefonun çalışmasını sağlayamadılar. Bunun kendi işleri olmadığını ve telefon idaresi tarafından halledilebilecek bir konu olduğunu söylediler. Tekrar yeni semtimiz postahanesine başvurduk. Onların cevabı da aynıydı. Hat yoktu, giriş yoktu, bizim hanemize hat döşenmediği için yapabilecekleri bir şey yoktu onlar da başka yerleri göstererek oralara başvurmamızı söylediler.

Bu şekilde birkaç hafta dolandık. Oradan oraya, oradan da başka bir yere gönderiliyorduk. Her yeni noktadan daha önce duyduğumuz aynı cevabı alıyorduk. Bu konu kendi konuları değildi, telefonumuzu onlar bağlayamazdı..

O kadar yorulmuştuk ki, böyle bir çağda basit bir telefon bağlatma işi için bunca emek ve zaman harcamak ve tüm bu harcamanın sonucunda da elimizin boş kalması ağrımıza gitmişti. Suçlu aramaya da gerek yoktu. Olsa olsa sonu 13 ile biten telefon numaramız suçlu olmalıydı. Ne de olsa 13 uğursuz bir rakamdı.

Telefon numaramızı değiştirmeye karar verdik bunca tersliğin tek sorumlusu olarak gördüğümüz 13 rakamından kurtulmak amacıyla. Her ne kadar daha evimize bağlanmamış olsa da birkaç kez kapımıza kadar gelmiş ama hat olmadığından evimize çekilememiş numaramızı hiç kullanmadan değiştirmeye karar verdik. Yılmıştık, usanmıştık, yorulmuştuk uğraşmaktan.13 başımıza ne işler açmıştı.

Bu kez de numaramızı değiştirmek istediğimiz halde numaramızı değiştiremiyorduk. Zira numaramızı bize eski semtimizdeki postahane vermişti o halde değiştirme işlemini de oranın gerekiyordu. Bu değişikliği yapabilmek, bir iş gününü izin olarak kullanmam demekti. Taşınma işlemi zaten izin kullanma oranının en yükseklere ulaştığı günler anlamında olduğundan bir kez daha izin almak istemememe, çok daha gerekli zamanlarda izin kullanmak arzuma rağmen bu işi çözümleyebilmek için izin aldım.

Yeniden eski mahallemize ve postahanemize gittik. Bu kez bizimle başka bir görevli ilgileniyordu. Konuşkan, sempatik, candan ilgilenen bir bayan görevli.
Orada oluş nedenimizi, böyle bir çağda evimize bir telefon bağlatmamızın bir ayı geçkin bir süredir mümkün olamadığını, tek sorumlu olarak da sonu 13 ile biten telefon numaramızı gördüğümüzü söyleyince yüzünde belirgin bir tebessüm oluşan bayan görevlinin bizim nelerle boğuştuğumuzu anlaması uzun sürmedi. Daha bir canla başla sarıldı bizim telefon işimize.

Bu arada ben onca yıl kullandığımız eski numaramızın birine verilip verilmediğini sordum. Öyle ya bunca yıllık numaramızdı, bunca yıllık adresimiz ve telefon numaramızdan kopmuştuk şimdi bir başkası o numarayı kullanıyor muydu bilmek istemiştim.

Bize giderek ısınan, yardım etmek için elinden geleni yapan bayan görevli, numaramızın kullanılıp kullanılmadığını bize söyleyebileceğini bildirip ekrana baktı. Yüzündeki tebessümün donakaldığını ve bakışlarının ciddileştiğini hemen fark ettik. Birden telaşlanmıştı. Numaranın hala bizde gözüktüğünü, üzerimizden düşülmediğini, sadece kapatıldığını duyunca sanırım aynı ciddi bakışlar bizim yüzümüze de oturdu. İptal etmek istediğimiz numaramız yalnızca kapatılmıştı ve sahibi hala bizdik.

Eğer ben o soruyu sırf basit bir merak sonucu sormamış olsa imişim, numara senelerce üzerimizde kalacak bu sırada numaranın hala üzerimizde olduğunu bilmediğimiz için borçları ödenmeyecek ve bir gün faizi ile birlikte ödenmesi neredeyse imkansız bir borcu haber veren bir dava ile karşılaşabilecek olduğumuzu duyunca büsbütün şaşırdık. Bu numaranın derhal bizden düşmesi gerekiyordu. Başımıza açabileceği dertlerden ancak bu yolla kurtulabilecektik.

Yirmi yıl sonra bu tür davalarla, üzerlerinden düştüğünü sandıkları oysa sadece kapatılmış telefonlara ait borçlarla karşılaşan ve o borçları ödeyebilmek için malını mülkünü satanlar olduğunu öğrenince şaşkınlığımızı atıp sevinmemiz gerektiğini bilsek de sevinç boyutuna geçmek kolay olmadı. Derhal hala üzerimizde gözüken telefonun iptal işlemlerini gerçekleştirdi yardımsever bayan görevli. Bu işlemler oldukça uzun sürüyor ve işlemin her bir ayağı, bir kuyrukta uzunca beklemek anlamına geliyordu.

O postahanede yarım günden fazla zaman harcadık. Sonu 13 ile biten yeni numaramızı değiştirmek için gitmiştik oraya. Oysa iptal edilmiş olduğunu sandığımız ama aslında sadece kapatılmış olan ve hala üzerimizde gözüken eski numaramızı iptal ederek ve o ana kadar da birikmiş olan borçlarını ödeyerek ayrılmıştık. Sonu 13 ile biten numaramızı değiştirmeyi hatırlayacak vaktimiz bile olmamıştı. Neye niyet neye kısmet denilen bir gün olmuştu bizim için.

Kısa bir süre sonra yeniden izin alarak numaramızı değiştirmek için Emek 8. Caddedeki özel bir telefon hattı satan işyerine uğradım. Oradaki hanıma durumu anlattım.

Bana, numara seçme hakkımız olduğunu, bilgisayarda 10 adet numara sunulduğunu ve bu numaralardan istediğimizi seçebileceğimiz söyledi. Hemen ekrana dönüp, işleme başladı.

Karşısına gelen on adet, yeni semtimize ait numarayı okumaya başladı. Numaralardan iki ya da üç tanesi bizim kulağımıza hoş gelecek, bizce kolay benimsenecek numaralardı.

Eşime telefon açarak beğendiğim bu numaraları söyledim.O da benim en çok istediğim numarayı isteyince sonu 13 ile biten numaramızı değiştirdik. Artık kayıtlı olarak bizim ama hat olarak eve çekilemeyen yeni numaramızı ne yapıp edip evimize taşımak, telefon ile mevcut olabilecek bazı imkanlarımıza da yeniden kavuşmak gerekiyordu.

Artık başvuracağımız bir yer de kalmamıştı. Yeni semtimizin postahenesine bir telefon açmaktan başka çarem de yoktu. Konu telefondu, o halde sorumlular da telefon işleriyle uğraşanlar olmalıydı. Telefonumuzun bağlanması için telefondan sorumlu kuruma bir telefon açmamın yeterli olması gerekirdi.

O telefonu açtım. Bizi hemen tanıdılar.

Telefon bağlatmak için yaptığımız yolculuğun çetelesini çıkardım, bunca yere başvurduğumuzu ve oralardan sürekli olarak başka yere yönlendirildiğimizi, bu noktalardan hiçbiri tarafından bir ayı geçkin süredir hala evimize telefonumuzun bağlanamadığını, sorumlu kurum olarak telefon hattımızın eve çekilmesi ve hattımızın kullanılabilir olması için onları beklediğimizi söyledim.

Bir tarih vererek o gün geleceklerini söylediler. Geldiler de.

İnşaat sırasında yapılacakken yapılmamış işleri, aslında bir elektrikçinin yapacağı tüm işlemleri bir günü bulan bir çaba sonucunda halleden telefon görevlisinin çabasının ardından evimize telefon bağlandığını yeni numaramızdan ilk beni arayan eşim sayesinde öğrendim. Bir telefon zilinin bu kadar zor çalacağını hiç düşünmemiştim teknolojinin bu yaşında, geldiği bu noktada. Geç çalmıştı, zor çalmıştı ama işte sonunda bizim evden, bizim yeni numaramızdan aranan iş telefonum çalmıştı. Duyduğun en zorlu zil sesiydi bu.

Telefonumuzun ilk faturası gelmiş ve ödendiğine ait belgeyi dosyalamıştım. Telefona ait alt dosyada daha önceki hiç kullanmadan iptal ettiğimiz sonu 13 ile biten telefon numaramıza ait evrakları gördüm. Bize ne büyük iyiliği dokunan, hiç kullanmadığımız numaramızı. 13'lü numaramızı.

13... Ne kadar suçlamıştık biz bu sayıyı. Sırf telefonumuzun son rakamları olduğundan dolayı postahanede anahtarımızı unutuşumuzdan, tekrar tekrar yağmur altında ıslanmamızdan ve sonra yaşadığımız tersliklerden hep 13 sayısını sorumlu tutmuş, 13'ü suçlamıştık.

Oysa telefonumuzun sonu 13 ile bitmeseydi biz o numarayı değiştirmeyi düşünmeyecektik.

Numarayı değiştirmeyi düşünmediğimiz takdirde de eski evimizde kullandığımız eski mahallemize ait numaranın sadece kapatıldığını ve üzerimizden düşülmediğini, seneler sonra birikecek borç ve faizi yüzünden başımıza ne işler açabileceğini bilemeyecek ve bu dertten kurtulamayacaktık.

13, bize uğursuz gelmemişti. 13 uğursuz değil, oyuncu bir sayıydı.

Bize ne oyunlar etmişti onu uğursuz bilelim, değiştirmeye kalkalım da başımıza işler açacak büyük bir sorundan haberdar olabilelim diye.

Daha sonu 13 ile biten numarayı alır almaz anahtarımızı kaybetmiş, sırılsıklam ıslanmış, üşümüştük. Bir türlü sonu 13 ile biten numaramızı eve bağlatamamıştık, her girişimimiz başarısızlıkla sonuçlanmış, bağlamaya gelen her ekip bu işi bir başka ekibe bırakmıştı.

Sonunda tüm bu yorgunluğun, hayal kırıklığının telefon numaramız nedeniyle daha doğrusu son iki rakamı nedeniyle olduğu düşüncesine o kadar kendimizi kaptırmıştık ki bu numara bize daha kötü numaralar yapmadan ondan kurtulalım istemiştik. Kurtulmak için postahaneye gittiğimizde de büyük bir hatanın kurbanı olduğumuzu öğrenerek başımıza çok büyük işler açacak bir sıkıntıdan kurtulmuştuk. Yani son onlu hanesi 13 olan telefon numaramızdan kurtulmak için gittiğimiz postahaneden, 13'lü telefon numaramızdan kurtulamadan ama 13 sayısı sayesinde postahanedeki görevlinin hatası yüzünden başımıza işler açacak çok ciddi bir sorundan az bir zararla kurtulmuştuk.

İleride başımıza çok büyük işler, hatta davalar açacak sıkıntıyı başımızdan defeden unsur, başımızdan atmak istediğimiz ve uğursuzlukla itham ettiğimiz 13 sayısı olmuştu. 13 sayesinde hiç haberimiz olmadan başımıza gelen bir aksilikten, 13'ten kurtulmak isterken haberimiz olmuş ve kurtulmuş, giderek büyüyecek ve altından kalkılması zor belki de imkansız olacak borç ve birikecek faizi sorunundan tamamen şans eseri haberdar olarak o sorunu daha baş vermeden halletmiştik. Tüm bunlar, kurtulmaya çalıştığımız 13 sayesinde olmuştu. Biz 13'den kurtulmadan o bizi büyük bir beladan kurtarmıştı. 13 sayısına müteşekkir kalmıştık.

13 bize uğurlu gelmişti. Gözümüzü açmak için bizi çok uğraştırmış, bizi koşuşturmuştu ama sonunda kendisi feda etmek bahasına bizi düze çıkarmış ve sessiz sedasız da yerini başka bir numaraya bırakarak gitmişti.

Kim ne derse desin. Biri için uğursuz olan, başkası için hem de çok uğurlu olabilir. Bizim için çok uğraşan 13 sayısının, bize ne kadar uğurlu olduğu gibi.
Önyargısız, peşin hükümsüz, başkasının doğrusu olduğu için bizim doğrumuz olmayan dosdoğru hükümler varken sağdan soldan toplanan, oradan buradan devşirme doğrular; bizi doğru olmayan hükümlere sürükleyebiliyor. Masum bir sayıyı, uğursuz bir güce bile çevirebiliyor.

ACEMIDEMIRCI
acemidemirci@gmail.com