26 Ocak 2012 Perşembe

Bu sabah kuşlar selam verdi, kar beyazından

Bu sabah kuşlar selam verdi, kar beyazından
Lodo snasıl da  ılık ılık esiyor Ocağın bu sabahında. Hep okşar lodos, ılık eliyle. Değişi, tatlıdır. Ama çarpar. Çarpması vurgundur, vurucudur.
Her sabah inilen yokuşta işte yine Ayşe. Hatırlı bir yokuş. Bir kilometre bile değil belki ama dik mi dik. Dik açıya arkadaş bir açıda meyilli.
Şehrin göbeğinde olmamak, şehrin yuttuğu hatta çoktan hazmettiği çok şeye yakınlık demek. Herkes o yüzden şehrim göbeğinde olmayan bu yana kayıyor. Yok yok, kaçıyor. Nefes alabilmek için. “Koca bir otoparkta yaşıyorum” hissini artık tatmamak için.
Bura kuşlarını belledi o, çoktan. Zaten Ayşe'nin ilk işidir kuşlara bakmak gittiği her yerde. En önce hüthüt kuşunu görmek ister. Sevginin sembolüdür ibibik ya da çavuşkuşu da dedikleri hüt hüt. Bir kere görmüştü çok evvelce. Evlenmeden hemen önce.
Beş dakika hadi en fazla yedi dakikasını alır yokuş. O, en fazla yedi dakika içinde bazen yedi harika görüntü ile karşılaştığı olur. Aslında herkes karşılaşır da onlar görmez; çünkü baktıkları başka şeyler, kuş, böcek, çiçek değil.
Bu sabah da daha yokuşun başına gelmeden belliydi harikalarla dolu bir gün olacağı. Alice bile bu sabah burada olmak isterdi; kıskanırdı belki buradaki harikaları.
Gök başlı, ince yapılı kerkenezin sesini duydu ilk. Arka balkondan hep izlediği, renklerine vurgun olduğu kerkenezi. Yukardan,  kii kii diye geliyordu ötüşü. Kerkenezin ötüşünü duyar duymaz başını kaldırdı  Ayşe.  Arka tepelerin, çatıların gök başlı konuğuna baktı. Hemen gördü gök başlı kerkenezi.
Böyle güzel bir mavimsi gri ya da grimsi mavi olur mu? Pastel renkli. Çekingen bir masmavi; griye çalan. Göklere nispet. Yetmemiş, o mavili gri akmış  kanatlara; boydan boya mavimtrak bir griye boyamış kanat kenarlarını da. Kanatların geri kalanı, kerkenezin  sırtı gibi paslı kahve. Bir de süslü sırtı, bir de süslü. İri koyu benekler düşmüş kerkenezin sırtına, payet niyetine. Pek alımlı bu kerkenez. Erkek galiba. Başı mavimsi olanlar erkek olurmuş.
Kii kii diye öttü yine kerkenez. O da öğrenmişti sabahları “günaydın” demeyi. belli ki. Alıştırmış demek Ayşe,  kuşları da selamlaşmaya. Yeter ki sevilsinler kuşlar. Anlıyorlar ve seviniyorlar sevildiklerine.
Gök başlı kerkenez, bir zaman dolandı yukarda. Yüksek blokların çatılarına doğru uçtu. Sesi gelmedi sonra. Konmuş olmalı. Sanki bir arkadaşına gülermiş gibi gülümseyerek izledi Ayşe,  kerkenezi. Nasıl da bir ses, bir renk, bir hareket katıyor karlı, beyaz renkli  bu güne. Çiçekler, yerin renkleri; kuşlar da göğün.
Servis beklediği yer vıcık vıcık olmuştu tuzla karışıp erimiş, çamur rengini almış kardan. Karşıdaki serpme evlere takıldı gözleri. Müstakil evlerde yaşamayı sevenlerin üç katlı evleri, tek tek çoğalıyordu eski tarlaların üzerinde. Yeşile, pembeye, beyaza, bordoya boyanmıştı evler. Çoğunun bahçesinde köpek vardı bekçi niyetine. Havlamaları, yüzlerce metre öteden duyuluyordu. Ürkütücüydü.
Koskoca Eskişehir Yolu’nun orta refüjünde dizilmiş, eğilir gibi zarifçe öne doğru meyletmiş yüksek elektrik direklerinin üzerinde uçan ince yapılı kuş, tombul karınlı bir güvercin değildi. Minicik serçeler de değildi. Gök başlı kerkenez, uçup gelmişti demek ki çatıdan.
Kerkenez, bir müddet karşıdaki ekilmesine az kalmış tarlaya bakındı. Tarladaki boyvermiş otlar, tarla kenarlarındaki dikenler hayli sık ve boyluydu. Yirmi santimi geçen kar, yola atılan ve araçlarca etrafa sıçratılan tuzun da yardımıyla erimeye başlamış, yer yer kara lekeler halinde toprak gözükür olmuştu. Kerkenez, avcı kuşlara has  dikkatle kolluyordu karşıları.
Öne eğik elektrik direğinden kalktı, karla kaplı boş tarlanın üzerinde döne döne uçtu.
Durağında bekleyen Ayşe, bu gösteriyi sabahın güzelliğine yordu. Belgesel izlemekten daha gerçekti gördükleri. Birebir gözünün önündeydi kerkenez ve kerkenezin uçuş oyunları.
Kerkenez, havada asılıymışçasına durdu. Kanatlarını çırpıyor; ama uçmuyordu. Sabitçe kalakalmıştı havada, durur gibi.Asılı durduğu yerden yeri kolaçan ederken avlanacak bir şey görmemiş olmalı ki  başka bir yana uçtu. Biraz daha ileriye. Orada da asılı kaldı bir müddet.
Bu asılı kalmalar, biraz daha ileriye, daha ileriye doğru adeta her karışı santim santim tararcasına; gözden geçire geçire devam ederken Ayşe’nin servisi geldi. Ayşe, havada asılı kerkenezi bırakıp servise bindi.
Uzunca bir yol kat ediyorlardı servisle. Normal havalarda kırk beş dakika, kışın buzda üç saatte eve geldikleri olmuştu.
Konutkent bembeyazdı. Siteleri kaplayan doğu ladinlerinin dalları, kaç gecedir yağan karla yüklendiğinden daha da eğilmişti. Yatık yatıktı.
Kocaman bahçelerdeki yeniyıl çalılarının kırmızı yemişleri, çalıyı kaplayan karların içinde kırmızı boncuklar gibi seçiliyordu.
Yaprakları tamamiyle dökülmüş kızılcıkların yerden yanlara doğru eğim yaparak yükselen kızılımsı, bordomsu hoş renkli dalları, bembeyaz karların üzerinde,  beyaz bir vazodan fışkırmış dallar kadar neşeliydi.
Konutkent’teki parkın köşesinde bir adam gördü servisten biri. “Avcı” diye haykırdı.
Ayşe, tüm dikkatini pencereden dışarıya yöneltti. Avcı kıyafetlerini giymiş, şapkalı bir adam, tüfeğini sırtına vurmuştu. Yanında büyücek bir çanta vardı. Belli ki erzakı, av malzemeleri ve küçük ocağı içindeydi. Koyu kahverengi renkli dişi av köpeğinin tasmasını kavramıştı birazdan tetiğe basacak eliyle. Hayvan sabırsızlanıyordu av için. Avcı, av köpeğini güçlükle zapt ediyordu. Ayşe, avdan hiç haz etmezdi.  Çok değil üç beş saat içinde patlayacak tüfeğin saçmalarının hangi kanatları kıracağı, hangi kınalı boyunları kana bulayacağını düşünmeye katlanamadı.
Çevre yoluna çıktıklarında, yolun iki yanı kardan kuşak takmışçasına bembeyaz uzanıp gidiyordu. Sanki kar erimiş de, arada bir  kara renkli toprak görünüyormuş gibi  duran kara  lekelere dikkatle bakınca karda yem bulamayan küçük bir keklik sürüsünün  yola yakın yerlere yemlenmeye geldiklerini anladı Ayşe. Yedi keklik sayabildi servis geçip giderken, göz açıp kapayana kadar.  Keklikleri geçmişlerdi ki takkeli corruk da denilen toygarları gördü. Onlar zaten yol kenarlarını çok severdi. Hep yol kenarına iner, yolda yürürlerdi başlarında dikçe tüylerden  hotozları olan, serçeden hallice takkeli corruklar. Birkaç adım atar, dururlardı. Sonra sanki dans edermişçesine yeniden yürürlerdi; hızlı hatta telaşlı.
Biraz ilerde daha kalabalık bir keklik sürüsü görülüyordu. Karın üstünde, yola yakın.  Erimiş karlardan gözüken toprağı eşeliyorlardı. Az ilerde, bir çamın dibinden bir keklik yola dik hafif bayırı inmek istermiş gibi bir adım attıysa da ürktü. Çamın dallarının korunağından ayrılamadı. Koca ağaçlandırma alanında atmacaların, şahinlerin  olduğunu da biliyordu Ayşe. Ondan başka gören olmazdı şahinleri. Yaprakları kurumuş, çıplak dalların üzerine konduklarında, hala düşmemiş iri yaprakları ya da yan yana dizili, uzun fasulyemsi ağaç tohumlarını andırırlardı.
Arkası dönük olarak konduğu bir ağacın tepesinden, ağaçlandırılmış geniş alanı süzüyordu atmaca O da bu sabah av peşindeydi. Ankara’yı kaplayan kar, aç bırakmıştı besbelli kerkenezi, keklikleri, takkeli corrukları ve atmacayı.
Senelerce şehrin hep göbeğinde, en civcivli yerlerinde yaşadıktan sonra şimdilerde tabiatı, huzuru, sakinliği ve düzeni sevenlerce bir kaçış yeri olarak bellenmiş semtlerine geldiklerinden beri karı, baharı, ağaçları, ağaçların konukları kuşları  kayalarda, çeşit çeşit ağaçlarda, tarlalarda görüyordu. Hep istediği dekorun içindeydi. Doğal temalı. Bayır çiçekleri kokulu. Gökyüzünde kanat çırpan çeşit çeşit kuş sesinden şarkılı.
Aç kuşlar, Ayşe’ye avcıyı hatırlattı. Bu sabah, iki cins avcı görmüştü Ayşe. Kerkenez ve atmaca bir de Konutkent’teki parkın köşesinde kendisini almaya gelecek avcı grubunu bekleyen tüfeğini kuşanmış avcı. Kerkenez de atmaca da  tabiatları gereği avlanıyorlardı. Doğanın dengesiydi hem onların avcılığı. Ama avcı, keyfi için avlanıyordu.
O avcı şimdi yolda olmalıydı. Çubuk taraflarına mı, Nallıhan taraflarına mı gidecekti acaba av için. Belki de Polatlı’ya doğru giderdi. Hoş şimdilerde evler tarlaların içlerine yapıldığı için dağlar da düzlükler de çok uzak değildi.
Yem bulabilmek için yola çıkmayı bile göze alacak kadar aç keklikler, kaçabilecek miydi acaba avcının fişeklerinden? Ya takkeli corruklar? Kaç kekliğin kınalı boynu kana bulanacaktı? Akşam yemeği olarak masaya konacaktı.
Kuşları görmek ne güzeldi ama kuşların kanlı boyunlarını düşünmek nasıl da iç acıtıyordu. Bembeyaz gün, kuşların kanıyla kızıla çalacaktı avcının gittiği yerlerde. Av, en çok deliceye, şahine, atmacaya, kerkeneze yakışıyordu.
Acemi Demirci, 26.01.2012

18 Ocak 2012 Çarşamba

Bozbulanık pustan düşen benekler: Kar


Kurmalı, eski tip mavi saat, sabahın altısında çaldı. Çocukluğunda uzunca kaldığı Aksaray’da, dedesinin evindeki ağır, gümüşi renkli o eskilerin saatine çok benzediği için Çeşme Pazarı’nda görür görmez almıştı mavi saati. O günden beri de o saatle uyanıyordu. Çocukluğundaki gibi.

Hava hala ağarmamış oluyordu saat altıda; Ocak ayının ortasında; Ankara’da. Ağardığı da yoktu ya aslında gün boyu, adamakıllı. Sis, pus kaplamıştı her yanı. Kış demek artık pus anlamlı olmuştu Ankara’da. Günlerce bekledikleri kar, sonunda öyle bir yağmıştı ki ortalık buz kesmişti.

Düz yerlerde oturmamıştı hiç olgit. Hep yokuşlu yerlerde olmuştu evleri. İnmiş ve çıkmıştı yokuşları yaz sıcağında; kış ayazında, buzunda. Hayat gibi.

Yokuşlar değişmişti; ama yokuşlu hayat değişmemişti. Yine dik bir yokuşun başında oturuyorlardı. Eskiden tavşanların gezdiği, tilkilerin yuva yaptığı boz bir tepenin yerinde şimdi beton bloktan bir tepe görünümündeki yeni evleri yükseliyordu.

Arkalarında kalan bir üniversitenin yerleşkesinin ormanına baktı, tülü aralayıp. Mazılar, ardıçlar, karaçamlar, kavaklar, at kestaneleri, iğdeler ile kaplıydı arkadaki tepe silsilesi. Mazıların çoğu kurak geçen yaza ve sonbahara dayanamamış, kurumuştu. İki yıl önce taşındıklarında yemyeşil olan mazılar, kahverengiye dönüşmüştü. Kar, yalnızca yemyeşil ibreli çamlarla kucaklaştığında beyaz neşesine bürünür. Yeşilin üzerinde bir başka edayla uzanır kar yığınları. Kuruyup kahverengiye dönmüş mazıları kaplayan karlar, sanki ağaçlarda değil de topraktaymış hissi veriyordu oysa. Kuru ardıçların, mazıların üstünü örterken beyaz bir kederi andırıyordu. Can vermekte gecikmiş olduğundan kederliydi; kurumuş ağaçların üstündeki kar.

Önceleri hayli sık dikilmiş olduklarından ot mu, çalı mı, fide mi ikilemine düşüren körpe çam fidanları epeyce boylanmıştı şimdilerde. Şamdan kolları gibi havaya uzanmış dalları, bariz şekilde seçilebiliyordu. Bembeyaz krema sürülmüş kocaman bir pastayı andıran tepeye dikilmiş körpe karaçam fidanlarının doğumgünü pastalarının üstündeki kıvılcımlar saçan mumları andıran dalları, yaramaz çocukların elleri gibi havaya kalkmıştı.

Tozuyan, uçuşan karlara daha bir dikkat kesildi, pencereden tepelere bakan Ayşe. Uyku sersemliğiyle kar yağıyor sanıp sanmadığından emin olmak istedi. Bu kadar soğukta kar yağmaz diye bilirdi çünkü. Akşam saat sekizde internetten hava durumuna baktıklarında, bu civarda hava sıcaklığı eksi sekiz buçuktu. Bu, kuru ayaz demekti. Sabaha kar görmeyi beklemiyordu hiç o yüzden.

Kar, yağıyordu ama. Lapa lapa yağıyordu. Tadını çıkara çıkara düşüyordu taneler, usul ve nazlı. Sanki susuzluktan erimiş barajları suya kandırmak; yazın sıcağında kavrulmuş mazıların, kurumuş ağaçların gönlünü almak; bahara kadar sarmalanacağı örtüsünden mahrum kalmak istemeyen toprağı sarıp sarmalamak istercesine. Bembeyaz sakin haliyle uzandığı çam dallarında, toprağın üzerinde bahar güneşinde eriyene kadar sessizce uyumak istermişçesine. Müjde müjde iniyordu salınarak, nazlı kar taneleri.

Yan sitenin kendilerine bakan bloğunun bacasından tüttüre tüttüre çıkan bulutlar gibi kabarık duman, rüzgarla savruldu; pencerelerinin önünden akıp gitti. “Sis Dağları’nın bulutları mı yürüyor acaba” diye düşünse de ne Karadeniz yaylalarındaydı şu an ne de Sis Dağları'nı sise bürüyen bulutlar geçiyordu pencerelerinin önünden. Komşu bloğun bacasından çıkan isli duman, pencerenin camını yalayarak, kıvrıla kıvrıla geçip gitti.

Önce küçücük taneler halinde atıştıran kar, çok geçmeden irileşti. Sonra savrula savrula, uçuşa uçuşa, döne döne yağmaya başladı, sanki kendince dans edermiş gibi. Masal kitaplarında çizili koca kar taneleri gibi tozutuyordu bulanık havada.

Az sonra ineceği yokuş kadar hatırlı apartman rampasının, yağan karın donmasıyla akşama ne hal alacağını düşünerek çağırdı asansörü. Yolun, gecenin ayazında kağıt gibi incecik, siyah buz tutacağından korkuyordu. Buzdan hep korkmuştu zaten. Ama buza hayrandı da. Gizli suydu buz. Derli toplu, ortada gözükmese de oralarda bir yerlerde saklı, ıssızlarda su demekti buzlar. Su da, hayat demekti. Ağaçların kurumaması demekti. Kuşların kanatlarını ıslata ıslata serinlemesi denekti yazın.

Zaten kalabalık olmayan ve sırf bu yüzden burada yaşamaya karar verdikleri caddelerinde, belediye otobüsünden başka araç yoktu görünen neredeyse. Bir de tek tük geçen servis araçları.

Zorlu yokuş, baharda ne kadar farklı olurdu oysa. Yarım kilometrelik yokuşu kaplayan geniş ve kısa cadde boyunca ne hayatlar fışkırırdı yol kenarında, Ankara baharında. Taptaze, coşkulu, kokulu. Ankara'nın Ankaralılarca bile bilinmedik gizli renklerini, gizli renklerin cümbüşünü sunarak.

Önce gelincikler patlardı tek tek. Kara göbekleriyle gülümserdi gelincikler her bahar, erkenden. Arsızından kırmızılar takıştırırlardı, simsiyah göbeklerinin etrafına. Uzanıp giden durgun beyazın erimesinin ardından kırmızının canlılığı, arsızlığı alabildiğine yayılırdı etrafa. Rüzgarda oynaşmayı pek severdi gelincikler. Narince bir o yana bir bu yana yatar dururlardı yelin önünde, rüzgarın şarkısından mest olmuşcasına. Yelin en iyi dostuydu onlar.

Alim düğmeleri, papatyalar, capcanlı sarı çiçekleriyle turp tepeleri, mor çiçekli küçük dikenler, deve dikenleri tek tek açardı baharda sırasıyla. Hepsi aynı anda açmazdı. Önce gelinciklerle başlardı çiçeklenmeye etraf. Sonra diğerleri açardı tek tek. Çoğu, solmadan önce bir diğerinin açtığını da görür, arkadaşlık ederlerdi farklı renkleriyle. Kır çiçeğiyken tek başlarına, kır çiçekleri olurlardı birlikte.

Zambakların, yabani lalelerin Ankara’da da, hem de nasıl gülümsediğini buraya taşındıktan sonra anlamıştı Ayşe. Beyaz, narin, ince yapraklı zambaklar, eflatun zambaklar, öbek öbek açmış iri pembe çiçekler kaplıyordu Mayısla birlikte ortalığı. Rüzgar çıkınca da onca renkteki onca çiçek salınır; salınmalar kokuya dönerdi, burcu ıtırlarla dolu. Mis kokular taşırdı rüzgar tepelerden, yol kenarlarından evlere, yokuşu inenlere, baharda.

Her yer yemyeşil çimle kaplanırdı Nisanla birlikte. Göz alabildiğine yeşil olurdu tepeler Mayıs bitmeden. Baharın ilk çığlığıdır yeşil çimler.

Koca öbekler halindeki çalımsı beyaz çiçekler, demet demet çöreklenmiş dururdu yeşil çimenlerin üzerinde.Temmuzla birlikte ne var ne yoksa solardı, sararırdı. Kocaman demetler halindeki beyaz çiçeklerin çalıyı andıran sapları kalırdı tek. Çıplak ve kederli.

Yüzüne düşen iri bir kar tanesi, Ayşe’yi çekip aldı bahara dalıp gittiği düşüncelerinden. Yokuşu inen bir belediye otobüsü az ilerisinde durdu. Belli ki kaymaktan korkmuştu.

Yerdeki karın tek tek bulgurlandığını fark etti Ayşe. Beyaz satenin üzerine minik inciler işlenmiş gibiydi bulgurlanmış kar yığını. Eriyiverecek kadar narin, donduracak kadar soğuk incilere baktı bir müddet.

Otobüs uzaklaştıktan sonra yola konan bir serçeye ilişti gözü. Serçecik ona bakıyordu. Belli ki çantasında simit, ekmek ne varsa kendisine atmasını bekliyordu. Yanına biraz buğday ya da bulgur almayı akıl edemediğine hayıflandı Ayşe. Yarın, kesinlikle serçeye istediğini verecek, ona bir kahvaltı sunacaktı. Serçe, biraz daha bakındıktan sonra uçtu. Çok havalanamadı; yolun kenarındaki kuru bir devedikenine kondu.

Saksağanların elektrik direğindeki yuvası boştu. Bu mevsimde yavruları da olmazdı zaten. Onca saksağan neredeydi bugün, görünmüyorlardı.

Yokuş boyunca uzanan ve henüz tam bitmemiş villaların çevresini kuşatan çite doğru kaydı gözleri. Başları belli bir açı ile öne eğilmiş betondan direkler, bir kaç sıra dikenli telle çevrelenmişti. Upuzun kuyruklarını arkaya sarkıtarak beton direklere konmuş saksağanları gördü ilk. Serçeler de dikenli tellere konmuş, kondukları yerde her biri büzülmüştü, başlarını içe çekip. Sesleri çıkmıyordu. Saksağanların da o her zamanki kavgacı, hırçın, saldırgan hallerinden eser yoktu. Yağan karın altında sinmiş kalmışlardı, çitin üzerine. Soğuk onların da içine işlemişti besbelli.

Oysa beyaz şeritlerle süslü lacivertli, yeşilli, en cevvalinden renkli tüyleriyle saksağanlar, her ağacın dalına konup konup kalkar, yerlerinde durmazlardı yazın. Serçelerin, güvercinlerin yuvalarını darmadağın eder; yavrularını kan revan içinde bırakıp, kendilerine ziyafet çekerlerdi. Vakur delicelere, atmacalara bile baş tutarlardı korkusuzca, yaz sıcağında. Atmacaları yuvalarının etrafında istemezler, kayalara konan atmacaların etrafını kuşatır, kuyruğundan çekiştirir; sonunda da kaçırtırlardı. Havaların soğuk olmadığı günlerdeki o haşin tavırlı, siyah, güçlü gagalı saksağanlar, uçamıyordu bile puslu, soğuk, karlı bu kış sabahında.

Yol kenarında, muhtemelen geceleyin başıboş köpeklerce taşınmış çöp poşetlerinin etrafında birkaç saksağan tembelce duruyordu. Başka zamanlarda poşetleri gagalayıp, didikleye didikleye yiyecek arayan saksağanlar, poşete gagalarını vuracak kadar bile güç bulamıyorlardı anlaşılan bu sabah.

Yolun karşısındaki otobüs durağında her sabah otobüs bekleyen öğrenci kızlar, bu sabah ilk kez bere giymişlerdi. Yol, çok geniş olsa da kolayca seçilebilen ellerinin siyah görüntüsünden yün ya da deriden eldiven giydikleri apaçık fark ediliyordu. “Soğuğa yiğitlik olmaz” deyişinin hem de nasıl anlaşıldığı sabahtı bu sabah.

Herkesin evinde oturup pencereden yağan karı seyretmeyi, rahat koltuğunda oturmuş televizyon izlerken kahvesini, çayını içip keyif yapmayı isteyeceği bu günde yine okula gidenler, işe gidenler yoldaydı. Ev keyfi denilince hep böyle günlerde evde olmak gelirdi aklına. Şehrin tam göbeğinde oturdukları onca yıl boyunca sabahları gördüğü perdeleri açık pencerelerinin kenarına iliştirdikleri koltuklarına oturup, bir yandan gazetelerini okurken bir yandan da burunlarının ucuna indirdikleri gözlüklerinin üstünden ara sıra gözlerini caddeye dikip, sabahın koşuşturmacasına umursuzca bakan emekliler geldi aklına. “İyi ki vaktinde emekli olmuşlar; bu zamana kalsalardı asla olamazlardı” diye düşündü.

Kar, tipiye dönmüştü sanki. Kırmızı başlıklı kız öyküsünü hatırlatan kırmızı beresinin kulaklıklarını daha bir çekiştirdi. Atkısını daha bir sarındı. Eldivenlerini gocuğunun bileklerinin içine tıkıştırdı. Soğuk havanın işleyeceği bir açıklık kalmayınca bilekleri üşümedi.

Her sabah o yokuşu inen iki üç kişi, yokuşun başında göründü. Birkaç gün evvel yağan ve buza çeken karlar, temizlenmişti. Yağan kar da henüz tutmamıştı, olsa olsa akşama buz tutacaktı yokuş; ama yokuşu inenler, her ihtimali düşünüp yolun tam ortasından yürüyorlardı. Ara sıra da arkalarına bakıp yokuşu inen bir araç var mı diyebakınıyorlar ya da tepelerdeki köpek sürülerinin yakınlarında olup olmadığını kolaçan ediyorlardı.

Köpeklerin ayak izleri hala duruyordu karlarda. Arkadaki üniversitenin kampüsünde geceleri sürüler halinde gezinen köpekler, yiyecek bulabilmek için buralara inmişti demek. Köpek ayak izlerinin yanında, ince ve uzun izler de vardı. Kuş izleri.

Yağmurlu, bulutlu, gökyüzünün kurşuniye çaldığı günlerde güvercin sürülerinin hep batıya, Eskişehir yönüne uçtuklarını görürdü. Bugün tek bir güvercin dahi yoktu uçan. Bloklara doğru baktı. Damlarda tüneyen güvercinleri seçebilmek umuduyla. Karla kaplı bembeyaz damlarda gri benekler gibi duran tek bir güvercin bile gözükmüyordu. Damların kovuklarına, saçaklara, balkon çıkmalarının gizlediği borulara tünemiş olmalıydılar.

Yolun karşısındaki durakta bir hareketlenme gördü. Bir araba flaşörlerini yakmış duruyordu duraktan az ilerde. Bir genç kız, duraktaki koltuğa çantasını koymuş, içini karıştırıyordu. Bilet çıkaracaktı belli ki cüzdanından.

Araba geri geri gelip, kızın önünde durdu. Kız aradığını bulmuş, çantasını koluna takmış, dimdik duruyordu. Kollarını göğsünde kavuşturmuş halde. Arabaya bakar gibiydi. Eliyle arabaya işaretler yaptı. Tam o anda sürücü tarafındaki kapı hışımla açıldı. Bir genç, hızla indi. Kızı arabaya çağırdı. Kız, eliyle işaret yaparak gence gitmesini anlatıyordu sanki. Genç, kıza doğru ilerledi. Kızın elinden tutup çekiştirdi. Anlaşılan kızın her sabah bindiği arabaydı bu araba. Belli ki erkek arkadaşıyla kavga etmiş, aralarında bir tatsızlık olduğundan bu sabah binmek istememişti. Oğlan, kızı arabaya bindirip bir de kendilerini gördüğünden emin olduğu Ayşe’ye göz attıktan sonra gaza basıp, acı lastik sesleri çıkararak uzaklaştı; geceden tuzlanmış yolda. Kar, arabanın arkasından uçuşa uçuşa yağmaya devam ediyordu.

Ayşe, başını kaldırıp, yere inmiş gibi gözüken göğe baktı. Kar taneleri yüzüne yüzüne düşüyordu. Tam bu sırada bir arabanın sesini duydu. Yanıbaşında durmuştu araba.Servisi gelmişti. Kapı yavaş yavaş açıldı. Servisine bindi. Şöfor her sabah olduğu gibi yine radyoyu açmıştı; kulağına şarkının sözleri çalındı

“Her yerde kar var… ”

Acemi Demirci, 18.01.2012