5 Aralık 2011 Pazartesi

Tilkinin doğası; insanların çifte standardı

Denizin dibinden, ormanın derinliklerine; dağ başlarından, yerin altına birbirine benzemedik yaşamları barındıran o masmavi, yemyeşil bazen bomboz doğa, binlerce doğadan oluşur.

Koynunda sakladığı her canlının doğası değişiktir. Doğası suya uygun canlı da vardır, havaya uygun olanı da. Hatta toprağın kaç kat altında barınan doğalı canlılar da. Bir canlının soluklandığı yerde, başka bir canlının soluğu kesilebilir. Kendi doğasına uygun yaşar her canlı.

Tilkiler de tilki olmak doğasının dışına çıkamaz. Bir tilkiden, tilkiden başka bir şey olmaz. Doğasına uymaz tilkinin, tilki olmamak. Nasıl yaşayacaksa, ne yiyecekse bir tilki, bir tilkinin doğasında kodlanmıştır zaten.

Köpekten daha çelimsizdir tilkiler. Kulakları sürmeli, tüylü kuyrukları kabarıktır. Neredeyse tilkiyi tutup, kuyruklarını okşayasınız gelir. Bir de zekalarını bilmeyen yoktur tilkilerin. Eni konu zekidir tilkiler.

İki yıl önce, şehrin göbeğinde oturmanın tüm kirliliğini; gürültüsünü, kalabalığını, sıkışıp kalmışlığını; gözümüzü kırpmadan, bir çırpıda şehrin göbeğinde bırakıp, biz de şehir kaçkınlarından olduk. Polatlı'ya daha bir yaklaştık.

Yüksek bir blokta yaşasak da arka bahçemiz bir üniversitenin kampüsüne bitişik olduğundan, pencerelerimizi farklı bir Ankara'ya açmaya başladık. Açılan o pencere ile gözümüz gönlümüz de açılıyordu.

Vaktinde alıp başını giden bir alçak dağ silsilesi iken, o alçak dağların üzerine onar, yirmişer katlı betondan dağlar dikilince, arkamızdaki tepelerin çoğu eriyip gitmiş. Yine de vadisiyle, birbirini izleyen üzeri çam ağaçlarıyla, fidanlarla dolu arkadaki tepeler, ön taraftan akan Eskişehir Yolu'nun aksine dingin bir tablo gibiydi. Dört mevsim ayrı renge kuşanan, gelinciklerin, Ankara çiğdemlerinin, alim düğmelerinin, yabani zambakların, deve dikenlerinin capcanlı renkleriyle boyanmış bir tablo. Monet görse, resmederdi o tepeleri. Patikalarında yürüyen, tüllere bürünmüş zarif hanımlarla.

Önceleri “acaba fidan mı yoksa ot mu” ikilemine düşüren boysuz, pek körpe fidanların yanında, yetişkin çam ağaçları ile dolu arka tepelerde başka hayatların olduğuna emindim. Tepeler, keklikler, deliceler, kerkenezler, kukumavlar, o dağdan bu dağa gezen dağ tavşanlarıyla dolu olmalıydı. Bunlarla dolu olmalıydı, zira da pek çok kuşun çığlığını duyuyordum. Henüz görememiştim çoğunu ama seslerini duymuştum gündüz kuşlarının da gece kuşlarının da. Yakınlardaydılar.

Yan sitenin bir park kadar geniş arka bahçesindeki tavukları, ördekleri ve tavşanları izleyerek avundum uzunca bir süre. Henüz tam tüylenmemiş ama hayli palazlanmış civcivleri ve ördek yavrularını seyretmek çok keyifliydi. Bir bakıyordum kendi kendime gülüyorum ördek yavrularının birbiri ardı sıra yalpalaya yalpalaya gidişlerini izlerken.

Civcivler, tüylendikçe renklendi. Simsiyah olan da oldu, sapsarı olan da. Beyazı da vardı, koyu gri üzerine beyaz kırçıl kırçıl benekli olan da. Vakitli ötmek derdini hiç taşımayan horozlar da giderek görkemli tüylere kavuştular.

Başı beyaz tüylerden hotozlu bembeyaz Habeş horozu ile lacivertli, yeşilli, bordolu ışıl ışıl kuyruk telekleri gururla yukarı kavislenip sonra püskül gibi aşağı dökülürken yeri süpüren kızıl kahve Denizli horozu, sadece horoz olmakta değil görkemde de birbiriyle yarışır gibiydi. Derken bir üçüncü horoz daha belirdi aralarında. Koyu sarı bir horoz.

Eğer civcivlere her gün bakıyorsanız, onların ne tez büyüdüğünü; tüylerinin günden güne ne kadar renklenip, parladığını kolayca fark edebilirsiniz. Bir düzineden fazla tavuk ve üç horoz, giderek güzelleşti, renklendi. Bahçenin içinde gün boyu bir oraya bir buraya koşturup, yerden bir şeyler toplarken hala metropolde yaşadığımızı unutturuveriyordu bize.

Kümesin horozları, gün geçtikçe horozlanıyorlar, birbirleriyle kavgaya tutuşuyorlardı. Pırıl pırıl yanan kızıl kahve tüylü ince gövdesi ve renk cümbüşünü andıran bir demet halinde salkım saçak dökülen kuyruğuyla Denizli horozu; hem Habeş horozuna hem de sarı horoza daha bir horozlanıyordu giderek.

Ördekler, çoklukla yüzmelerine yetmeyen; ama suya banıp çıkmaya yeterli, kademelerle sıralanmış; durgun suyu yosun yeşiline kesmiş; yukardan bakınca yeşim taşını andıran ön bahçedeki küçücük üç havuzun etrafında olmayı yeğlediklerinden tavşanlar ve tavuklarla arka bahçede yaşamıyordu.

Maskeli baloya gidermişçesine göz çevresi kalın siyah bir şeritle bantlanmış kuyrukkakanlar, tavşanlara yakın yaşamayı sevdiklerinden yan sitenin arka bahçesindeki ladinlerin, mazıların, Japon elmalarının, inci çiçeklerinin dallarından inmez oldular. Ağaç dallarına konup kalkan sadece kuyrukkakanlar değildi üstelik. Büyük de olsa bir bahçe için çok denebilecek çeşitlilikte kuş türü ve ötüşü ile şenlendi gözlerim, kulaklarım arka balkonumuz sayesinde. Bunun en büyük nedeni üniversite kampüsü olan binlerce dönümlük, çamla kaplı tepelerdi. Bir kampüsün ormanı, bizim arka bahçemiz olmuştu. Daha ne isterdim.

Tavukların her adımlarını düşüne taşına atarmış gibi usuldan gezişlerini, bir küçük kelebeği avlamak için artlarından koşuşlarını izlemek, doğa kitabını okumak hissini alabildiğine sunuyordu bana. Bu kitabın asla son sayfası yoktu ve her gün, her mevsim apayrı tasvirlerle karşımda olacaktı. Her mevsim kendi rengini giyiniyordu, bembeyaza büründüğü de oldu tepelerin, arsız pembe tonlarına da. Yemyeşile de, bomboza da.

Tavuklar büyürken tavşanlar da serpilmiş, gelişmişti. Devasa inşaat makaralarının etrafına çit teli çevrilerek yapılmış yuvalarından daha sık dışarı çıkıyor; güneşi görünce gölgeye kaçıyor; otları ve ağaç gövdelerini kemirerek bütün gün bahçenin altını üstüne getiriyorlardı, kara boncuk gözlü tavşanlar. En ufak bir seste hemen oldukları yerde duruyor; kocaman kulaklarını dikerek etrafı dinliyor; ortalığın tekin olduğundan emin olunca da site sakinlerince kendilerine atılan havuçları, marulları kemirmeye devam ediyorlardı. Tavşanlardan biri nadir bir cinsti. Aslanbaş cinsinden.

Bazen tavşanlar ortalıkta gözükmese bile bahçenin hemen her yeri oyulmuş toprak zemininden o bahçede tavşanların yaşadığı anlaşılıveriyordu kolayca.

O kadar bakınmama rağmen komşulardan hep duyduğum civardaki tilkiyi henüz görememiştim. Tilki görmek “uğurdur” derler. Gece yolculuklarında eğer uyanıksanız, aniden ışıyan iki pırıltı beliriverirse yolda, o, otobüsün farlarının gözlerini aldığı bir tilkidir mutlaka.

Tilkileri ne kadar beklersem bekleyim göremedim. Tilki bu. Kendini ne zaman gösterip göstermeyeceğini en iyi o bilir.

Her sabah saat altıda kalkar kalkmaz önce pencere ya da balkondan yan sitenin tavuklarına, tavşanlarına bakar, sonra işe gitmek üzere hazırlanırdım. O sabah da doğruca pencereye yönelip tülü araladım yan sitenin arka bahçesinin sakinlerini görmek için.

Tavuklar da tavşanlar da ortalıkta gözükmüyordu. Yerde öbek öbek renkler fark ettim. Tavukların rengini ezbere bildiğimden yerdeki renk öbeklerinin tavukların renginden olduğunu düşündüm. Hemen renkli öbekleri saymaya koyuldum. Tavukların sayısı kadar benekle bezenmişti arka bahçenin zemini. Yoksa tavuklar zehirlenmiş; bayılıp yere mi düşmüşlerdi?

Bahçenin dibinde, sol köşede bir hareket sezinledim. Siyah bir şey top gibi yere düşmüştü, üstü yeşil demir çit ile çevrili duvardan.

Tilkiyi işte ilk kez o zaman gördüm. Tam tilkilik yaparken. Kırk hikâyesinin kırkı da tavuk üzerine olan tilkiyi, yeni bir tavuk hikâyesi edinirken gördüm hem de.

Tilkinin, tavukları boğazladığını anlayınca donakaldım. Daha dün akşam, iş dönüşü balkonda yemek yerken, yemekten sonra hava kararana kadar oturup onları izlediğim onca tavuk yerde hareketsiz yatıyordu. Bembeyaz Habeş horozu da öylece hareketsiz düşüvermişti bir ladinin altına.

Tilki, besbelli ki gece tüm tavukları boğazlamış ve kaçırabildiklerini bahçe dışına taşımıştı. Tavukları boğazladığı yerde de boğuşmanın ardından yere saçılmış öbek öbek tüyler kalmıştı.

Tilki, siyah tavuğu dişlerinin arasına almış, duvara zıplayıp, duvarın üstünü kaplayan demir çitin nasıl olduysa aralık kalmış dar boşluğundan dışarı taşımak istiyordu. Gece boyunca bir düzineden fazla tavuğu boğazlamış tilki, yorulmuş olmalıydı. Duvara çıkamadığı her zıplayışından sonra kendi bir yana siyah tavuk bir yana düştükçe bezginlikle sağa sola bakınıyor, artık iyice ağarmaya başlamış günün yakında ortalığı ışıl ışıl yapacağını bildiğinden kalan tavukları hala bahçe dışına çıkaramamış olmasının telaşını yaşıyor gibiydi.

Ne yapacağımı bilemedim. Tüm tavuklar boğazlandığı için artık onları kurtarma imkanı yoktu. Ama tavşanlar gözükmüyordu. Kaçmış olmalıydılar. Canhıraş eşimi uyandırdım.

Eşim, sabahın o saatinde beni o halde görünce telaşa kapıldı; onu pencereye götürüp manzarayı gösterdim. İlkin neler olup bittiğini anlamadı. “Tilkinin gece tavukları boğazladığını” söylediğimde, yüzünün ifadesi birdenbire değişiverdi eşimin.

Eşim gözlerini dikmiş, bahçenin giriş kapısına bakıyordu. Ben de baktım.

O kuyruğu renk cümbüşü, kızıl kahve Denizli horozu ayakta duruyordu; sindiği köşede. Her zamanki gibi gözükmüyordu horoz. Ayaktaydı; ama ince bir derinin tuttuğu başı öne düşmüştü.

Tam o sırada sitenin bakıcısı geldi yem vermek için. Bahçe kapısından girer girmez olduğu yerde çakılı kaldı. Bahçede geceleyin tavuk katliamı olduğunu anladığımda benim de donakaldığım gibi.

Bakıcı, bahçede dolanmaya başladı. Hemen sol yanında köşede duran Denizli horozunu görememişti. Bahçeyi dolanıp, telefon ile olanları haber verip, kapıya yönelmişken, köşede başı öne düşmüş; ama kendi dimdik ayakta horozu gördü. Horoz, kurtarıcısını görmüş; ama kurtarılamıştı. Bakıcıya doğru adım atmayı denerken yere yığıldı.

Kızıl kahve Denizli horozu, demek ki tilkiye epeyce horozlanmış, diklenmişti. Ne kadar dirense de sonunda tilkinin dişleri onun boğazını da kapmıştı. Zaten tilkinin girdiği kümeste tek bir tavuk dahi canlı kalamazdı.

Tilki, hala ağzında siyah tavukla duvarı aşmaya çalışıyor; ama buna gücü yetmiyordu. Tavukların kan sızıntıları, duvarda yol yol kırmızı şeritler oluşturmuştu. O daha civcivken bahçeye bırakılan; gün be gün palazlanmalarını izlediğim; şimdi yerde sadece tüy yumağı halinde cansız yatan tavukların başına saksağanlar üşüşmeye başlamıştı bile. Saksağanlar, güçlü siyah gagaları ile tavukları didikleyip, tavuklardan kopardıkları koca parçaları yutuyordu.

Tilki, yorgun ve bezgin gözlerle etrafına bakındı. Saksağanların ziyafetini izledi bir süre. Saksağanların ona teşekkür etmelerini mi bekliyordu acaba?

Tilki, bir süre sağa sola bezgince bakındıktan sonra dişlerinin arasında siyah tavuk olmaksızın duvara sıçradı; daracık çit boşluğundan bahçenin dışına zıpladı. Hemen bahçenin gerisindeki dikenli telle çevrili kampüsün ormanına girdi. Çamların dibinden ağır ağır ilerleyip, bir mazının yanında durdu. Mazının tam altına, dışarı taşıdığı tavuklardan birini gömmüş olmalıydı. Toprağı eşeleyip, gömdüğü tavuğun üstünü daha bir örttü. Sonra başka bir mazının altına gitti. Oraya da bir tavuk gömdüğü belliydi. Tavukların üstündeki toprağı biraz daha besledikten sonra tepenin arka tarafına doğru yavaş yavaş uzaklaştı. Yuvasına gidiyor olmalıydı.

Ben, tilkinin ağzında siyah tavukla birlikte duvarı aşma çabalarını izler, yerde yatan boğazlanmış tavuklarda bir hareket görebilecek miyim diye bakınırken hayli zaman geçmişti. Epeyce gecikmiş olarak apar topar hazırlanıp, çıktım.

Akşam, yan sitenin sakinleri neredeyse ufak bir parkı andıran arka bahçeye doluşmuştu. Tavşanları, tavukları bahçeye salıveren, ön bahçedeki ördekleri büyüten adam, “O tilkiyi gördüğüm yerde haklayacağım” diye bas bas bağırıyordu. Avcı kıyafetleri giyinmişti. Yanındaki üç beş kişi ile “Girilmez. Avlanmak yasaktır” tabelasına aldırmaksızın ormana daldı. Çok sinirli görünüyordu. Binlerce dönümlük kampüs ormanını kuşatan onca dikenin, çalının uzunca şortunun kapatamadığı bacaklarını çizmesine, kanatmasına hiç aldırmadığı belliydi.

Tavukların boğazlanmasına çok üzülmüştüm; ama tilkiye kızmak hiç aklıma gelmemişti. Kızsam kızsam, tavukların, tavşanların tıkıldığı bahçenin yeterince güvenli olmayacak şekilde, çitte boşluk bırakılarak telle çevrilmiş olmasına ve çitteki açıklığın kapatılmayarak tavuklarla tavşanların tilkinin insafına bırakılmalarına kızabilirdim ancak.

Tilkilerin, tavukların olduğu yerlere dadandığı ve tavukları boğazladığını bilmeyen olmadığına göre; tilkinin yarım yamalak bir çitten içeri kolayca gireceğini gözardı eden anlayışa kızmaktı doğru olan. İhmalciliğe, tedbir almamaya kızabilirdim sadece. Ben, o çiti tam çekmeyen; on beş, yirmi santimlik bir açıklığı bunca zamandır kapatmayıp, bir düzineden çok tavuğun boğazlanmasına izin veren yaklaşıma kızmıştım. Tilkiye kızamazdım. Onun doğası öyleydi. Tavukları boğazlamaktı tilkinin doğası.

Tilki, tilkiliğini yapmıştı sonunda. Doğası neyse öyle davranmıştı. Tavuk gören tilki ne yaparsa, o tilki de onu yapmıştı. Tilkiler böyleydi. Tilkiyi suçlamak bu yüzden çok anlamsız ve doğaya aykırıydı.

Tilki, sadece tavukları değil tavşanları da boğazlamıştı. Aslanbaş cinsi tavşan da boğazladıkları arasındaydı. Sadece üç tavşan, bahçenin yanındaki otoparka kaçıp, araçların altına gizlenerek kurtulmuştu.

Koca bahçe üç tavşana kalmıştı. Onlar da hayli ürkekleşmişlerdi o günden sonra. Tavuklarla tavşanların çoğunun boğazlandığı o geceden kurtulan üç tavşan, en kuytu yerlere gizleniyorlar, sık sık kulaklarını dikleştirip etrafı dinliyorlardı. Epeyce sürdü bu tedirginlikleri hem de yalnızlıkları. Yeni yeni palazlanan civcivler ve yavru tavşanlar gelene dek.

Yeni civcivler, daha tavuk bile olamadan boğazlandılar. Bu kez başıboş köpeklerin oluşturduğu kalabalık bir köpek sürüsü boğazlamıştı hem tavukları hem de tavşanları. Bir sabah yeniden aynı görüntüyü görmek zorunda kalmıştık. Bu kez bahçe kapısı açık bırakılmış; yirmiden fazla köpekten oluşan başıboş bir sürü bahçeye dalmıştı gecenin koyusunda. Apartman sakinleri köpek havlamalarını duymuş; ama koca sürünün içine dalmaya cesaret edememişti. Tavukların tümü köpeklerce boğazlanmıştı. Tavşanlardan da sadece ikisi sağ kalabilmişti.

Saksağanlar yine bir tavuk ziyafeti çekiyorlardı o sabah. Yerde yatan, didiklemiş, tüyleri oraya buraya savrulmuş tavukların etleri uçuşuyordu saksağanların hırçınca vurdukları gagalarından. Güneş yükseldikten sonra tavuk eti sıcağın etkisiyle kokuşuyor olmalıydı ki güneş yükselir yükselmez saksağanlar, tavukları gagalamayı bırakıp dallara konuyordu.

Bir kez daha böyle bir şey görmemeyi dileyerek tülü kapadım. Hiç mi ders almamıştı tavukları, tavşanları bu tekinsiz bahçeye tıkanlar? Hep tilki mi suçluydu, doğasına göre davrandığı için? Başıboş köpeklerin eğer sürü olurlarsa saldırganlaştıklarını bile bile; geceleyin bahçenin kapısını ardına kadar açık bırakmak kusur değil miydi, hem de düşünen beyinleri olan insanlarca?

İçimden “Ah şu çuvaldızı başkasına, iğneyi kendimize batırmanın nasıl bir erdem olduğunu bir anlayabilsek” diye geçirerek kapadım tülü. Yerde yatan, daha tavuk bile olmaya erişememiş onlarca palazlanmış civcivin saksağanlar tarafından didiklenmelerine daha fazla bakamadım.

Birkaç gündür ön bahçenin ördekleri gözükmüyordu. Küçük havuzları boştu. Onların da boğazlanmış olmalarından korktum. Oysa korktuğumdan daha da beteri gelmişti ördeklerin başına. Ördekler, tavukları boğazladığı için tilkiye çok kızan adamın isteğiyle kesilmiş meğer. Kızartılmak üzere.

Yeni bir üzüntüyle sarsıldım. Oysa ne güzel dolanırlardı sitenin etrafında tek sıra halinde, vakvaklayarak o beş ördek. Küçük havuzları ıpıssız kalakaldı onlar kesildikten sonra. Tavukları boğazladığı için tilkiye kızan adam, ördekleri kestirdiği için hiç kendine kızmamış mıydı acaba? Tilkinin yaptığından da beterdi onun yaptığı. Tilki doğası gereği tavukları boğazlamıştı; ama o adam, bahçeyi güzelleştirsin diye beslenen ördekleri keyfi için kestirtmişti.

Aklıma en sevdiğim dizelerden biri geldi. Ne zaman çifte standart denilse, aklıma ilk gelen şiirsel tanımlama;
“Hanım yaparsa kaza,
Halayık yaparsa ceza.”

Acemi Demirci, 04.11.2011

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yorum yapmak için gmail adresi gereklidir...
Yorumlar, blog yöneticisi tarafından denetlendikten sonra, uygun bulunması halinde yayınlanacaktır...
İyi paylaşımlar...

İletişim: usayken@gmail.com