3 Aralık 2011 Cumartesi

On yılların ötesinde iki küçük kız çocuğu

Asuman Başer Kafaoğlu-Büke’ye ithaftır,

Kaç on yıldan oluşur bir ömür. Her on yıl, bir önceki on yıldan daha görmüş geçirmişliği; dünyanın kaç bucak olduğunu öğrenmişliği; sadece fiziken değil ruhen büyümüşlüğü barındırır. Geçen her on yıl, bir öncekileri sarıp sarmalar; üstünü yorgan gibi örter yaşanmışlıkların. Sünger çeker gibi. Ekini örten kar gibidir yıllar, on yılları örttüklerinde. Yıllar, yıldırmış da olabilir; yıldırım gibi çarpmış da. Yılkı atları görülen rüyalar gibi muratlar bahşetmiş de olabilir. Yıllar geçip gider mutlak; geçip giderken selin suyu gibi gürler. Önüne kattıkları da olur kopartabildiklerinden. Kimisi taze fidan, kimisi yetişkin, kimisi ulu ağaçlar gibi yaşamların dallarını da kırabilir o selin suları; taptaze bahar çiçeklerini de dökebilir. En kötüsü, sel gibi çağlayan yılların ister fidan, ister ulu ağaç olsun kökünden söküp çıkarmasıdır yaşamları, kök saldığı topraklardan.

Daha dün gibi gelen ilkokul yıllarımızdan bu yana meğer dört on yıl geçmiş. Ne de çabuk geçmiş o dört on yıl. Eğer tesadüfler olmasa da o yıllardan bahsetmeseydik daha evvelsi gün, neyi hatırladığımı bile anımsayamayacaktım o günlerden. Oysa hem de nasıl hatırlıyormuşum en naif, en masum, en temiz sayfalara yazılanları. Bugün gerçek sayfalara yazacak ne çok şeyim varmış geçen o dört on yılın örttükleri hakkında. Belleğimde, yüreğimde.

Hep izledim ilkokuldaki ilk arkadaşımı. O zaman bilinmezdi, sonradan türedi tanımlamayla kankamı. Kanka olduğumuzu da bilmezdik ya. Öyleymişiz.

İki küçük kızdık o zamanlar. Ankara Yeni Mahalle, Yahya Kemal Caddesi boyunca Güven Deneme İlkokulu’na giden; paydos zili çalınca da geri dönen iki ilkokul sınıf arkadaşı. Geri dönüşlerimiz geç olurdu. Okulumuz deneme ilkokulu olduğundan hem sabah hem öğleden sonra okulluyduk biz.

Siyah, çoklukla robadan büzgülü önlüklerimizin üzerindeki yakalarımız pek afiliydi. Kimselerde görülmemiş modelden. Fitilli beyaz ketenden biraz irice, yuvarlak kenarlı bir yaka kesilir, dikilirdi. Yakamızın yuvarlak kenarları diğer okullarda olduğu gibi önden iliklenmezdi düğmeye. Arkadan iliklenirdi. Çünkü önü süslüydü yakalarımızın. Kadife bir siyah kurdela ile. Yakalarımızın ortasındaki dört iliğe geçirilmiş kadife kurdelaların çapraz ya da girintili kesilmiş uçları, yakamızdan sarkardı. Kendimizce bir modamız vardı, bilmesek de.

Yerli malı haftaları rengarenk geçerdi sınıflarda. Renkli kartonlara meyve resimleri çizer, başlarımıza meyve resimli karton taçlar takardık. Sıraları bitiştirip geniş bir masa oluşturur, üzerine hepimizin getirdiği meyveleri, yemişleri koyardık. Doya doya da yerdik sonra. Rontlarla eğlence katardık yerli malı haftamıza. Şimdi düşünüyorum da pek iyi işleyememişiz galiba yerli malı haftası derslerini. Dilimizdeki yozlaşmadan bile belli o dersten alacağımız not. Yerli yerinde olamamış hiç yerli malı haftaları, ilkokul yıllarından sonra.

Öğle tatillerimizde sınıfta beslenme dersimiz olurdu. Bize okulda süt ya da ayran dağıtılırdı her gün. Ben ayran içerdim. Süt bana kokardı çocukken. Şimdi, kemik erimesi gerçeğiyle yüzleştiğimden bu yana çocukken iskeletimizin iyi birer mimarları olamadığımızı da anlıyorum.

Sütün yanında, koca bir sepetin içindeki üzeri çıtır çıtır kızarmış, mis gibi kokan şimdilerin burger ekmeklerini andıran pamuk gibi ekmekler dağıtılırdı. Hepimiz bayılırdık o ekmeklere bir de sınıfı kaplayan taze ekmek kokusuna. O zamanlar ne plastikten ne de Çin işi beslenme çantaları yoktu. Annelerimiz bize birer beslenme torbası dikerdi. Ağzı iple büzülen. İçine yumurta, peynir, meyve koyardı annelerimiz. En çok portakal, mandalina ve elma olurdu meyve niyetine. Şimdilerde reflü illetinden sadece kokusuyla yetindiğimiz mandalinaları, meyveleri nasıl da yerdik.

Deneme ilkokullarının kitapları farklı olurmuş. Fen Bilgisi kitabımızla anlamıştı annem babam bunu. Kapkalın bir kitaptı. İçinde elektrik devreleri bile anlatılıyordu. Şema şema.

Okulumuz, öğrenciler için kurslar açardı her ilkokulda olduğu gibi. O bildik kurslardan. Mandolin, İngilizce ve bale. Benim İngilizce kursuna gitmemi istemişti annemle babam.

Ben onların bu tembihlerini aklımda tutarak dinledim öğretmenimizin “kimler hangi kursa katılacak” sorusunu. Ben İngilizce kursuna katılacaktım.

Asu; yani Asuman, parmağını ilk sorulan kurs olan mandolin için kaldırmıştı. Bir baktım benim parmağım da havada. Oysa müzikle hiç yakınlığım yok. Resim yapmak kadar kolay değil yani benim için müzik.

Resim dersen kimi görsem eline kağıt kalem verip bir şeyler çizdiriyorum. En çok da çatı tamir eden adam ve ağaca çıkan adam resimlerine meraklıyım. Her defasında bir çocuğun arzusunu kırmayıp bir şeyler çiziyor ellerine kalem kağıt tutuşturduklarım. Ama olmuyor. Çizdiklerini beğenmeyip onları eleştiriyorum daha okula bile gitmeden.

O zamanlar babamın okuduğu gazetede her gün verilen çizgi romanları, tefrikaları inceliyorum. Hoş Memo’nun resmini çizdiriyorum bazen. “Gülpembe’yi iyi çizemediler, saçlarının dalgalarını hiç yansıtamadılar” diye dudak büküyorum daha dört yaşındayken. İlkokul ikinci ya da üçündü sınıfta başlayan kurslar arasından da, tutup o dudak büktüğüm resim çizerlerin başardıkları kadar bile yeteneğim olmayan müzik kursuna parmak kaldırıyorum. Neden? Çünkü Asu, mandolin kursu için parmak kaldırdı. Ben de farkında bile olmadan kaldırmışım işte.

Evdekilere büyük sürpriz oldu benim mandolin kursuna yazılmam. Bana İngilizce kitap alacaklarını sanan annem ve babam, Ulus’tan mandolin alma derdine düştüler.

Babamın da müzik çalışmaları olmuş ama yeteneğinin yetmediğini görünce hiç üstelememiş. Kendine bir pikap ve çokça da plak alıp onları dinlemiş, çalıp söylemek yerine. Yani kimseler babamı şarkı söylerken dinleyememiş.

Ulus o zaman Ankara’nın beylik alışveriş merkezi. Oradan cilalı, boyalı bir mandolin aldık. Penayı tellerin altına iliştirdik. Annem eve gelir gelmez evdeki artık kumaşlardan mandolinime bir kılıf dikti. Kılıfın kenarına fırfır geçirerek süsledi. Bir de üzerine sol işareti işledi. Kursa hazırdım.

Mandolin kursumuz Salı ve Cuma günleri olacaktı. Okul çıkışlarında. Haftada iki kez. Kursu beklemeye başladım. Ben bir müzik aleti çalmayı öğrenecektim. Kendi başına bir şeyler yapmak hazzını düşleyen bir çocuk için ne mutluluk.

Kursumuz başladı. Kıvırcık sarı saçlı, asabi, müziğe kendini adamış, aynı zamanda Yeni Mahalle’deki Ev Ekonomisi Yatılı Kız Lisesi’nde de ders veren öğretmenimiz, kursun ilk günü adlarımız öğrendikten sonra ilkten “kimlerin mandolini olduğunu” sordu. Ben parmak kaldıran birkaç öğrenciden biriydim.

Kıvırcık sarı saçları tepesinden hayli dökülmüş öğretmenimiz, parmak kaldıran öğrenciler arasından benim yanıma geldi. Mandolinimi eline aldı. Ben, öğretmenimin “daha kursun ilk gününden mandolin edinmiş bir öğrencisi olduğundan dolayı memnun olacağını” düşünüp, mutlu bir çocuk olarak gülümsüyordum.

Öğretmen, mandolinimi evirdi çevirdi; arkasına parmaklarıyla vurdu. Tekrar çevirdi; gövdesindeki boşluktan görünen etiketteki markayı okudu. Hışımla sınıfa döndü;

-Bu arkadaşınız öğretmenine ne marka mandolin alacağını sormadan gidip bir mandolin almış. Beş para etmez bu mandolin. Metin marka değil. Ama ben Metin marka mandolin almanızı isteyecektim. Hiç işe yaramayan bir mandolin almış. Yazık. Çok yazık. Siz, gidip Metin marka mandolin alacaksınız, dediğinde ben zaten eğilimim olmayan müziğin belki de hiç duymadığım ağıtlarını, bozlaklarını, yanık uzun havalarını söylüyordum çocuk yüreğimde.

O, beş para etmez mandolinim, pek çok arkadaşımın daha kursun başında kırdığı; öğretmenimizin tercih ettiği marka mandolinlere hiç benzemedi. Hiç kırılmadı. Tellerinin değiştiği oldu zaman zaman. Mavi saten üzerine mavi kupür dantelli, belinde mavi saten kurdelalı çocuk tuvaleti içinde verdiğim yıl sonu konserinde de hep elimdeydi. Hala sadece bir müzik aleti değil, çocukluğumun ilk öğretilerinden birinin enstürmanı olarak bir köşede saklarım onu. Hala annemin diktiği bej renkli kumaştan, fırfırlı, sol anahtarı işlenmiş kılıfındadır. Ne kırıldı ne de boyaları döküldü bunca yıl boyunca.

Biz, Yahya Kemal Caddesi’ndeki lojmanlarda otururduk. Asular da Yıldız Bloklar’da. O zamanlar Ankara’da bloklar yeni yeni yapılmaktaydı. Adından da anlaşılacağı gibi Yeni Mahalle, yeni bir projeydi; kimisi müstakil kimisi bloklardan oluşan bir yerleşimi vardı.

Beş yıl oturduk Yahya Kemal Caddesi’ndeki lojmanlarda. İlkokul yıllarım boyunca. Beşinci yıl fazladan oturmuştuk hatta. Ben okulumdan ayrılmayayım, oradan mezun olayım diye. Lojmana yerimize gelecek olan kişinin kirasını ödeyerek.

Beşinci yılın sonunda mezun olduk. Artık ilkokul mezunuyduk. İlk diplomalarımız elimizdeydi. Okuma yazmayı bellemiş, kapkalın fen kitabı, hayat bilgisi, sosyal bilgiler, Türkçe kitaplarını okumuş yutmuş; bir de bitirme sınavına girerek tüm yılların bilgilerinden sınanıp mezun olmuştuk. Üstelik ben nota okumayı ve mandolin çalmayı da öğrenmiştim. İstiklal Marşı’ndan pek çok türküye, Bethooven’dan, Macar Dansı’a kadar çalabiliyordum. Pazar günleri çok alıştırma yaparak çalabilmiştim o parçaları. Çalabiliyordum ve mutluydum. Notalara bakmadan, sevdiğim bir parçayı elim tellerde, notaları kendiliğinden bularak çıkaramıyor olmamı hiç önemsemiyordum.

İlkokuldan mezuniyetim, pek çok şeyin değiştiği bir dönem oldu. Babamın şark hizmeti gelip çattı. Tayini çıktı. Artık Ankara’dan da; Yeni Mahalle, Yahya Kemal Caddesi’nden de taşınma vakti gelmişti. Yahya Kemal Caddesi, orada duracaktı; ilkokulum da yerli yerinde duracaktı; yazları lojman binalarının arasındaki koca boşlukta yakan top, istop, dalya, mendil kapmaca oynadığımız lojmanlar da. Asular’ın oturduğu Yıldız Bloklar da; ama biz Karadeniz kıyılarında olacaktık. Ünye’de.

Ünye’ye taşınacağımızı duyunca Asu’nun yüzünde bir gülümseme belirdi. Onun o gülümseyişini hiç unutmam. Gözleri ışırdı, biraz da gizemli görünürdü gülerken. Çok büyük bir gülücük değildi tebessümü; ama memnuniyet ifadesini hep hissettirirdi. Yine öyle gülmüştü o zamanki Asu. On iki yaşındaki arkadaşım.

Annesi Ünyeli’ymiş Asu’nun meğer. Bana “Ünye’ye her yaz uğradıklarını ve oraya gelince beni bulacağını” söyledi. Bunu duyunca güldüm. İnanmakta zorlandım Asu’nun gelip beni bulacağına.

İnanamamıştım zira benim çocukluğun o kocaman, ahşap kaplı, büyük düğmesi çevrilerek kanallara ulaşılan radyonun başında geçerdi. Kültürümün ilk tohumları o radyodan atılmadır. “Arkası Yarın”ları kaçırmaz, pek çok klasik eserin temsile dökülmüş halini radyodan dinlerdim. Bilim ve teknik üzerine konuşmaların, Çocuk Radyosu’nun saatini hiç unutmazdım.

İşte tam o günlerde bir oyun dinlemiştim radyodan. True Son. True Son, Kızılderililer arasında büyümüş beyaz bir çocuktu. Ailesi ile gittiği bir gezide kaybolduktan sonra onu Kızılderililer bulup, sahip çıkmışlardı. Kızıl Derililer’in reisi onu evlat edinmiş ve öz çocuklarından ayırmadığını herkese anlatmanın en kısa yolu olarak da ona gerçek oğul anlamına gelen “True Son” adını vermeyi seçmişti.

True Son, kabileden bir kız çocuğu ile arkadaş olur. İki çocuk arkadaşlıklarının ölümsüz olacağı üzerine yemin ederler. Arkadaşlıkları sonsuza dek sürecektir biri beyaz ama Kızılderili gibi yetişmiş; biri Kızılderili iki çocuğun.

Bir gün kalabalık bir beyaz insan topluluğu gelir Kızılderililer’in çadırlarına doğru. Gelenler, True Son’ı arayan anne babası ve görevlilerdir. True Son’ı bulurlar ve götürmek isterler. True Son, kabilesini bırakıp gitmek istemese de.

Vedalaşmaları sırasında Kızılderili arkadaşı, True Son’a “Baharın ilk çiçeğinin açtığı gün, onu çayırda bekleyeceğini” söyler. Bir gün o çayıra kendileri gelebilecek kadar büyüyeceklerdir nasılsa.

True Son, anne ve babasıyla evine döner. Bambaşka bir hayata girer. Kırları, atları, dağları özler; ama şehirde apayrı bir yaşam vardır.

Bir yetişkin olur olmaz True Son’ın yaptığı ilk iş, Kızılderili arkadaşının her baharın ilk çiçeğinin açtığı gün kendisini bekleyeceği çayıra gitmek olur, çok uzun bir yolculuktan sonra. True Son, çayıra gitmek için yola düştüğünde dudaklarında buruk bir gülümseme vardır.

True Son, Kızılderiler’in yanından ayrıldıktan sonra takvimi öğrenmişti. Çeşitli iklimlerde yaşamış, okula devam etmişti. Baharın ilk çiçeğinin açışının belli bir tarihi olmadığını çoktandır biliyordu. Oysa Kızılderili arkadaşı, bunlardan habersiz yaşamaktadır.

True Son, saatler süren yolculuktan sonra ulaştığı çayıra gittiğinde, arkadaşını kendini bekler bulamaz. Baharın ilk çiçeği çoktan çıkmıştır. O kadar çok çiçek vardır ki çayırda; hangisi ilk çiçektir o bile belli değildir.

İşte bu hikaye tam benim arkadaşlarımı, ilkokulumu ve Ankaralılığımı ilk kez geride bırakmama denk gelmişti. Sınıf, sıra, okul ve çocukluk arkadaşım Asu ile aynı çayırda, baharın ilk çiçeğinin açtığı günde karşılaşıp karşılaşamayacağımızdan emin değildim.
Ünye, Ankara’dan ne kadar farklı görünmüştü gözüme. Karadeniz, hırçın vuruşlarıyla kükrüyordu. Geceleri, hamsi avına çıkmış takaların ışıkları denizin üzerinde fenerler gibi yanıyordu. İskele, akşam üstleri balık avlayanlardan geçilmiyordu. Ankara’da balık avlamak düşünülemezdi bile; sadece Ulus Hali’ndeki balık tezgahlarının buza banmış balıklarını bilirdim. O güne dek kaç kez Ege ve Marmara gezisine gitmiş, denizin tuzunu tatmış olsak da Karadeniz çok farklıydı.

Epeyce ev değiştirdik Ünye’de, üç yıl boyunca. İlk evimiz sahilde,altta mutfak ve bir oda olan iki katlı, beton bir evdi. Babam eşyaları bırakıp geldikten sonra fındık faresi dadanmış eve. O evi, içinde hiç yaşayamadan bıraktık. Kesme taştan çok eski bir yapı olan ortaokula yakın bir ev tuttu babam. Burunucu’ndaki, denizin içindeymişcesine yalnız o eski konağın karşısından çıkılan yokuşlu yoldan ulaşılıyordu yeni evimize. Oradan da inşası biter bitmez yalıdaki ilk kaloriferli apartmana, Cerrahoğulları’nın apartmanının beşinci katına taşındık. Ne güzel günlerdi Ünye’deki ortaokul günlerim. Şiir gibi. Karadeniz suyundan mürekkeple yazılmış.

Yazları, Ünye’nin girişindeki kampa giderdik. Bir fındıklığın içindeydi kampımız. Fındık ağacını ilk orada gördüm. İri yaprakların altına saklanan fındıkları bulup toplamayı da; başak yapmayı da orada öğrendim.

Bir gün, kamp kültürü içinde öğrendiğim pişti, papaz kaçtı, blum gibi oyunları oynayarak kahvaltının ardından denize gidene kadar vakit geçiriyorduk gazinoda diğer çocuklarla. Babamın bana seslendiğini duydum.
-Gel kızım, ziyaretçin var.
Benim ziyaretçim mi? Kim olabilirdi ki? Bir çocuğu kim ziyaret edebilirdi ki neredeyse hiç kimseyi tanımadığım bu şirin Karadeniz kasabasında.

Evet, bir ziyaretçim vardı. Kuyruklu Amerikan arabasını görünce hemen anladım ziyaretçimin kim olduğunu. Asu gelmişti. Ankara’da kalan arkadaşım.

Asu, çok kalamadı kampta. Vakitleri azdı. Biraz görüştük; oturup azıcık sohbet ettik. Onları Ünye’nin içindeki evimize davet ettik; ama buradaki akrabalarını ziyaret edeceklerdi ve fazla kalamayacaklardı. Kalktılar.

True Son ve arkadaşı geldi aklıma o an. O iki arkadaş bizim kadar şanslı değillerdi. Biz çayırlarda değil ama bir fındıklığın yamacında yeniden görüşmüştük.

İlkokul boyunca beş yıl süren arkadaşlığımızdan sonra Ünye’de belki yarım saatlik görüşmemizin ardından Asu ile bir daha görüşemedim. Ama ondan hep haberdar oldum. O mu? Onun benden haberdar olması olası değildi. Asu’dan haber almak kolaydı. Zira o çeşitli alanlarda etkin bir aileden geliyordu. Babasını basından izliyordum. Hatta gün geldi Asu’yu da basından izledim. Üzüldüğüm de oldu çırpıntılar içinde; çok sevindiğim de onunla ilgili haberlere.

Ortaokulu bitirdikten sonra Ünye’den Ankara’ya döndük. Bir daha da bu kentten ayrılmadık. Çok uzun senelerdir yazları Çeşmeli olmamızın dışında.

Ünye’deki arkadaşlarımı da çok sevdim. Orada da Ankara’dakilerden farklı; ama farklı oldukları için daha bir başka pek çok arkadaşım oldu. Evliliklerini, çocuklarının doğuşunu okudum senelerce gönderdikleri mektuplardan, kartlardan. Çoluk çocuğa karışanların hayatı öylesine doldu ki zamanla, iletişim aracımız olan mektup yazmaya vakitleri olmadı bazen; olsa da postalayacak fırsat bulamadılar. Ama hala Doğu Karadeniz gezilerine katıldıkça Ünye Çakırtepe’deki sabah kahvaltısında oradaki kırk yaş ve üzeri garsonlara arkadaşlarımı sorarım. Haberlerini de alırım. Hiç birinin haberi olmaz benim onlardan haberdar olduğumdan.

Ünye’nin değişen görüntüsüne üzülürüm. O eski, belki de asırlık taş ortaokul binasını arar gözlerim betonların içinde, Çakırtepe’den Ünye’ye kuş bakışı bakarken. Yeni ve büyük bir ortaokul yapıldığını duydum bir gezimizde. Ama nasıl Ankara’daki Yahya Kemal Caddesi benim için ilkokulu okuduğum günlerdeki haliyle duruyorsa; Ünye de ortaokulu okuduğum günlerdeki haliyle yaşar yüreğimde.

İşe girdikten sonra bize göre hayli yıllanmış bir beyle tanıştım. Odama gelmişti çay içmeye. Konuşurken soyadını öğrendim. Bu soyadı, Asu’nun iki soyadından biriydi ve nasıl iki soyadı sahibi olduklarının hikayesini Asu bana anlatmıştı. Sonra tüm sınıfa da anlatmıştı. Asu’nun son iki isminin mutlaka yazılması gerekiyordu. İkisi de soyaddı çünkü.

Daha sonraki günlerde hem iş hem de kısa süreli bir çay molası için gelen bu kıdemli çalışanın memleketini de öğrendim. Asu’nun memleketindendi ve Asu’nun iki soyadından biriydi soyadı. Kesinlikle ilkokul arkadaşımın yakınıydı. Uzun yıllardır haber alamadığım Asu’yu mutlaka sormalıydım.

Asu hakkında yıllar sonra ilk bilgileri benimle aynı kurumda çalışan bu beyden aldım. Hatta bana sık sık uğramaya, çay içmeye geldi Asu nedeniyle. Asu’dan bahsederdi geldikçe. Ondan havadisler verirdi bana. Bir ara Asu’nun Amerika’ya gittiğini; ama bu gidişten mutlu olmadığını, geri döndüğünü öğrendim.

Büyümüştük. Mandolin kursunda başlayan hayatı öğrenme, insanları tanıma sürecimiz, ilkokuldan sonra daha da hızlı işlemişti hep. Başka iklimlerde, başka dillerin konuşulduğu memleketlerde, kendi iç dilimizle yaşarken üzülmüştük, sevindirmiştik; mutlu olmuş, mutsuz etmiştik; sevinmiş ve üzülmüştük. Kısaca artık yetişkindik.

Asu’yu hep sarı saçları at kuyruklu, öğretmenin her sorusuna cevabı bilsin bilmesin hiç umursamadan cesur yürekli bir küçük kız olarak parmak kaldırışıyla hatırladım. “Medeni cesaret” kavramını ilk öğrendiğimde, gözümün önünde beliren çehre Asu olmuştu bu yüzden.

Seksenli yılların sonlarıydı. Bir gün onunla ilgili bir haber duydum. Gazete ya da televizyondan. Çok sarsıldım. Ağlamaya başladım. Annemle babam beni sadece seyretti, teselli edemediler. Ne deseler kafi gelmiyordu çünkü. Büyük bir kaza geçirmişti Asu. Komadaydı. Asu’ya dua etmeye koyuldum.

Böyle durumlar, telefon etmeyi korkulu bir hale getiriyor. Asu komadaydı ve ben telefonun öbür ucundan alacağım haberden çok korkmuştum. O küçük, sarı saçları at kuyruğu kızın, beyaz çarşaflı, muhtemelen loş bir odada, serumlar, hortumlar içinde yatışını düşünmek beni katıla katıla ağlamaya itiyordu. Ankara’daki bir hastanedeydi Asu. Kalkıp gitmeyi çok istedim. Gerçi görüştürmüyorlardı ama yine de istedim. Beni Ünye’de bulmuş Asu’yu Ankara’daki hastanede ziyarete gidemedim. Ne duyacağım, neyle karşılaşacağım korkusunu yenemedim.

Sonunda telefonla aradım. Kendisi konuşamıyordu ama bir yakınıyla konuşabildim. İyiye gidiyordu. Umutluydular. Çok rahatladım. Sonra gazeteler onunla ilgili haberleri ara ara vermeye devam etti.

Ondan haber almaya hep devam ettim. O bunu hiç bilmedi. Aynı yerde çalıştığım hayli eski bir çalışan olan bey, çok geçmeden emekli oldu. Ama Asu, çocukluğundaki gibi muziplik yaptı bir kez daha. Bir gazetenin köşesinden gülüyordu bu kez. Artık nerde olduğunu kendi haber veriyordu. Eleştirmen olmuştu Asu. Kitaplar hakkında yazıyordu.

Köşesini okuyanlar arasında, kendi köşesinden onu sessizce izleyen benim olduğumu hiç bilmedi. Bilmeyecekti de eğer onun bir konuşmasından haberdar olmasaydım. O konuşmasının konusu, dört tane on yıl sonra, kırk yıl sonra onunla iletilerle konuşmama vesile oldu.

Bir konuşması varmış Asu’nun. Konusu benim de ilgimi çekti. Kaç on yıl sonra ona yazmak için bir bahane olarak gözüktü. O konu için ona çocukluk arkadaşım olmasa da yazardım. O konuşmayı yapan kim olsaydı, ona yazardım. Gel gör ki konuşmayı yapan benim muzip arkadaşımmış. Ve sanki bana da davetiye göndermiş, “gel; yaz” diye. Öyle değilse bile bana öyle geldi. İçimdeki çocuk öyle düşündü. Güven Deneme İlkokulu sıralarında oturan çocuk.

Çocukluk arkadaşıma tam kırk yıl sonra yazdım böylece. Resimlerinden gördüğüm kadarıyla artık o at kuyruklu kız değil. Büyümüş. Hep büyüdük ya zaten. Büyürken çok şey de büyütmüş. Babasının adının ardından kendi adını da bilinir etmiş. Çok güzel, ince ezgilerle dolu, bir flütün dingin notalarında eğleşen bir dünya kurmuş kendine. Büyümek, değişmek elbet. Ama o hala aynı bakışlı kız. Hiç nefret, öfke olmazdı onun gözlerinde. Hala öyle. Sevecen, sıcak, dostane.

Aynı kalmadık biliyorum. Belki çocuklukta bir mandolin kursu yeterdi çok şey paylaşmaya; ama yetişkinlikte yetmeyebilir. Aynı çocukluk anılarına sahibiz yine de. O beş yıla.

Yedi yaşında başlayıp on iki yaşına kadar aralıksız beş yıl süren çocukluk arkadaşlığımızın ardından yirmili, otuzlu, kırklı yaşları geride bıraktık. Bu yılları değişe gelişe; zaman keskisinde şekillene şekillene; kalın bir urgan olarak geçmeye çalıştığımız iğne deliklerinden incelip, ibrişime, bakır tele, çelik tele, yün ipliğe dönüşerek yaşadık.

Sanki o çocuklar biz değilmişiz gibi geliyor tam şu anda, tam buradan bakınca. Belki de değiliz. Büyüdük ve başkalaştık belki de; pek bana öyle gelmese de. Ama o çocuklar orada aynı duruyor. Sarı saçlı iki kız.

Biliyorum ne ben; ne Asu; ne de sınıfının geri kalanları asla Güven Deneme İlkokulu’nun 5-A sınıfı mezunları değiliz artık. Belki apayrı kişilere, kişiliklere dönüşmüş olabiliriz; gözlerimizin ışıltısı, gülüşlerimiz aynı kalsa da. Farklı uğraşlar, inançlar, meslekler, yaşamlar, çevreler içinde olmalıyız. Belki yüz yüze gelsek on dakikalık konuşmanın ardından ne konuşacağımızı bile bilemeyeceğiz; belki çoğu kez yaptığımız gibi bazı önyargıları daha görüşmeden birbirimiz için taşıyacağız. Belki. Ama sadece belki. Kırk yıl sonranın çekingenliğinden belki de bu belkiler.
Kırk yıl bu. Kolay mı? Kırk kere değiştirir insanı. Yine de ben, ne Asu’nun ne de benim öyle aman aman değişmediğimize inanıyorum. Zira sınıftaki, mandolin kursundaki arkadaşımı ne zaman düşünsem, hissettiklerim ilkokulda hissettiklerimden farklı değil. Bunca yıl boyunca yerine koyabileceğim başka bir Asu olmayan; ama dört on yıl boyunca ne zaman bir yoklama yapsam “Burda” demeyen kankam o. Ancak artık o “Burda”.

Yahya Kemal Caddesi’nde geçen o çocukluk günleri hala içinde küllenmeden sımsıcak duran bir yetişkin olduğumu iyi biliyorum bugün. Biz büyümüş; dört on yılı yani kırk yılı geride bırakmış; çocukluktan çok uzakta olsak da içimdeki o çocuğa dokunmayı hiç istemiyordum. O çocuk orada “o çocuk” olarak kalmalı. Çünkü o, sonraki etkileşimlerden etkilenmemiş, onlu hanelere taşmamış yaşların duru bakışını taşıyor; yüreği mandolinle çalınan bir Napoliten ezgide atıyor; arkadaşını yalnız bırakmamak için onun gittiği kursa parmak kaldırıyor, anne babasının tembihinin aksine. O çocuk, ilk onlu yaşların kitaplıklarda saklanılası biblosu gibi. Kırılmaması gereken bir biblo.
Acemi Demirci, 30.11.2011

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yorum yapmak için gmail adresi gereklidir...
Yorumlar, blog yöneticisi tarafından denetlendikten sonra, uygun bulunması halinde yayınlanacaktır...
İyi paylaşımlar...

İletişim: usayken@gmail.com