31 Aralık 2009 Perşembe

2010


2010 Sealed With A Kiss

Image Hosted by ImageShack.us
By usayken

Mutlu Yıllar



23 Aralık 2009 Çarşamba

Asi Dizisi 12.Bölüm Ardından

Hepinize Merhaba...


12. bölüm kolaj görüntülerinden oluşan 'kapsamlı' fragmanımız...


http://en.sevenload.com/videos/5uSILTO-Asi-Dizisi-Klip-Boeluem-12
http://www.youtube.com/watch?v=doyNS_qqHd8


Sevgilerimle...

Asi Dizisi 11.Bölüm Ardından

Hepinize merhaba...




11. bölüm kolaj görüntülerinden oluşan 'kapsamlı' fragmanımız...


http://www.youtube.com/watch?v=v_ng5Te6jY0

http://en.sevenload.com/videos/nrDSuDj-Asi11-klip-mpg


Sevgilerimle...

Evliliğe Giden İlk Adım: Nişan

Evlilik kararı almış iki gencin, kişinin nerede, nasıl tanışıldığı apayrı bir hikayedir. Dinlemesi de ayrıca çok hoştur.

Kimileri rüyalarında görürler ilkten, evleneceklerini. İlk muştu uykuda, rüyada alınır. Nasıl, nerede olacağına kadar ayrıntısıyla bilirler hatta rüyalarının sonucunda.

Kimileri uzun senelere yayılan tanışıklık, arkadaşlık sonucu evliliğe giderler. Kimileriyse tanışır, anlaşır ve hemencecik yuva kurmaya karar verirler. Bakarsınız hemencecik yapılan evlilikler sapasağlam çıkar ama onca sene tanışmışlığın, beraber geçirilmiş anlar olmasına karşın, uzun yıllar süren arkadaşlığın sonucunda gelen evlilikler kısacık süreler içinde bitiverir.
Bir arkadaşlığa başlanırken kuşkusuz en güzel duygular taşınır. Her şeyin yolunda gitmesi hayırlı ve güzel bir sona ulaşılmak istenir. Bunu gerçekleştiren tanışıklıkların sonucunda evlilik kararının alınması, beraberinde bir takım adet üzere olan resmi davranışlarında gerçekleşmesi anlamına gelir.

Kız isteme olayı ile başlar evlilik rotası. Önce erkek evi , kız tarafına giderek “Allah’ın emri Peygamber’in kavli ile” kızı oğullarına isterler.

Cevap hemen verilmez kız evi tarafından. Kız evi naz evidir ne de olsa. Biraz bekletilecek, damat adayı biraz heyecanlandırılacaktır.

Evlilik kararının adının ilk konuluş şekli “Söz”dür.

Söz kesmek genellikle iki aile arasında olur ve her iki ailenin çocuklarının birbirleri ile evlenmek istediklerini açıklamaları ve arkadaşlıklarına bir ad konulması işlemidir.
Söz kesilmesini nişan izler. Nişan iki gencin ya da kişinin evliliğe giden ve bunu bir yüzük şeklindeki nişan ile, bilen bilmeyene duyurdukları ilk adımdır. Eş dost, akraba hısım, konu komşu, arkadaş dost, büyük küçük tüm yakınlar davet edilerek nişan töreninin mutluluğu paylaşılır. Nişanlar bazen ailelerin istekleri doğrultusunda iki aile arasında sade bir törenle, bazen bir salon tutularak oyunlu, sazlı göbekli, angara havalı, harmandalı oynayarak yapılır.
Nişan, nişanı yapanlar için ne kadar koşturma, yorgunluk, ayakların şişmesi, yemek yemeden geçen bir iki gün, açlık nöbetleri, uzaktan gelenleri karşılama gidenleri yolculama anlamına gelse de, nişana davetli olanlar için anlamı apayrıdır.

Nişan yapılacak yere, nişan saatinden de önce gelinmeye başlanılır. Maksat yeni nişanlıların rahatça görülebileceği, göz önünde bir engel olmaksızın oynayanların seyredilebileceği en elverişli yeri kapmaktır. Köşeler ve kapı ağızları en sona gelenlere kalır.

Salon ya da ev giderek dolar. Kalabalığın artması demek bir uğultunun tüm salonda duyulması demektir.

Davetli masalarındaki kolalı içecekler çocuklar atarfından çoktan açılıp tüketilmeye başlanılmıştır.

Bir hareket alabildiğince yaşanır salonda. Herkes uzaktan gelen ya da epeyce uzun bir zamandır göremediği yakınını, akrabasını, arkadaşını, kuzenini görmenin sevinci ile masaları dolaşmakta, “ Ayy, hiç değişmemişsin, aynısın” lafları sıklıkla işitilmektedir.

Çocukların nasıl olduğundan konuşulur, kızlar, oğlanlar okulları bitirdi mi, üniversiteyi kazandı mı, işe girdiler mi konularında her bilgi alınır ve verilir. Hatta bu arada değişen telefon numaraları ile ileti adreslerini almak da ihmal edilmez.

Çocuklar için koşturmacadır böyle anlar. özenle giydirilmiş, saçları taranmış, rugan ayakkabıları ve dantelli beyaz çorapları giydirilmiş çocuklar, cici giysilerinin kirleneceğine hiç aldırmadan anne babasını anından koparak piste gelir, ortalıkta koşturur, masaların altına girerek saklanır, birbirini ebeleyerek sağa sola koşan çocuklar, bambaşka bir dünyadadırlar o an.

Kameralara, fotoğraf makinaları hiç yoksa cep telefonlarının kameraları ile resimler çektirilir, uzunca zamandır hasret kalınılan ve bu tür bir toplantıya kadar da bir kez daha hasret kalınacağı aşikar olan yakınlar ile baş başa verilerek, omuz omuza, kol kola hatıra resimleri çektirilir.

Salonun, elinde kamera ile çekimler yapan görevlisi, giriş kapısının yanında yer aldığında, nişanlanacak çiftin içeriye girmek üzere olduğu hemen anlaşılır.

Nişanlanacak olan gençlerin salona girmesi bir alkış tufanı arasında olur. Nişanlanan genç kızın saçlarına kuaför saatlerce emek vermiş ve oynarken, halay çekerken bozulmaması için bolca sprey sıkmıştır.

Nişanlanacak genç ise gerçekten iki dirhem bir çekirdek bir damat görünümündedir. Pırıl pırıl ayakkabıları, kemeri, birbiri ile uyumlu renkler içindeki takım elbisesi, gömleği, kravatı ile o günün hakkını vermektedir.

Canlı müzik yapan orkestranın şefi mikrofonu alarak nişanlanmakta olan çifti ilk oyun için piste davet eder.

İlk oyun havası genellikle Ankara’dan, bir angara havasıdır, miskettir.

Damat oyun bilse de bilmese de o gün pistte bir şeyler yapmak zorundadır. Eğer acemiyse oyun oynamakta, bu hemen anlaşılır.

İyi oyun oynayan davetliler piste çıkarak oyunlarına başlarlar ve aralarından birini ortalarına ala ala her birinin tek tek oyundaki hünerlerini gösterdiği bir şekilde oynamaya başlarlar. Hepsi hünerini gösterdikten sonra en son olarak damadı da ortaya alırlar. Genellikle oyunda acemi olan damada, kendilerinin oyun oynamada ne kadar mahir olduklarını eni konu gösterdikten sonra damadın, gelin ile kendisine ayrılmış orkestranın önündeki masaya oturarak dinlenmesine izin verirler.

Oldukça süslü ve üzerine iliştirilmiş iki kadife kutu içinde nişan yüzükleri bulunan nişan tepsisi getirilerek, nişan takma işlemine geçilir.

Düzgün bir evliliği olan ve kendisine herkesçe saygı duyulan bir büyük ya da arkadaş, nişan yüzüklerini takarak nişan töreninin amacına ulaşmasını sağlar. Birbirine kırmızı bir kurdele ile bağlı nişan yüzükleri, gençlerin sağ yüzük parmaklarına geçtikten sonra kurdele kesilir.
Oyun havaları yerini dansa bıraksa da en kısa süre içinde yeniden oyun havalarına ve halaya geçiş yapılır. Nişan töreni, en eğlenceli oyunlar oynanarak sona yaklaşır.

Törenin sonuna doğru konuklar yavaş yavaş ayrılmaya başlar. Kız ve erkek tarafının büyükleri zaten kapıda beklemektedir nişanın başından beri. Gelenlere “Hoş geldiniz”, gidenlere de “Teşekkürler, sizi gördüğümüze çok memnun olduk, iyi geceler” demek için. Bu başlı başına bir iştir ve sıkıcıdır. Ancak yapılması da adettir..

Düğün, nişan, sünnet gibi toplantılar, her biri bir yere dağılarak yaşamlarını sürdürmekte olan aileler için bir araya gelebilmenin yakalandığı, sık olmayan ama en güzel anlardır. Kısacık süreler içinde, dakikalara sığdırılarak özlemler giderilir, hal hatır sorulur, halleşilir, dertleşilir, haberler alınır verilir.

Ben giderek nişanları, düğünleri daha sever oluyorum. Hem iki gencin mutluluğuna tanık olmaktan dolayı hem de artık okyanus aşırı yerlerde yaşamakta olan ailemin yarısından çoğunu ancak bu şekilde görebilmekten dolayı.

Dileyelim, nişanlarımız da düğünlerimizde sık ve bol, evlilikler mutlu olsun.
ACEMIDEMIRCI

14 Aralık 2009 Pazartesi

Evcazım evcazım, sen bilirsin halcazım..

Anne ve babası Balkanlar’dan gelme eşimin anneannesinin söylediği bir tekerleme şeklindeki cümle çok hoşuma gider.
Bu cümleyi, matbaalarda eskiden çok kullanılmış olan, şimdilerde de levhalarda, tabelalarda, panolarda zaman zaman gördüğümüz bir yazı karakteri ile, renkli renkli işleme iplikleriyle etamine işleyeyim ve evimin girişine, kır tarzını andıran bir çerçeveye yerleştirerek asayım çok istedim.
Henüz yapamadım, etamin almaya vaktim olmadı. Ama bir gün o cümleyi işleyip asmayı çok istiyorum girişteki duvara.
Evime girince bizi karşılayacak olan, her bir harfi , cıvıltı, neşe, yaşamın tonlarını gösteren renklerle işlenmiş olacak o sıcacık sözler; kendi evini Balkanlar’da bırakıp burada ev edinmiş bir yüreğin içten, gönülden duyumsamasının bugün duvarlarda yerini almış hali olacak.
“Evcazım evcazım, sen bilirsin halcazım” .
Nereye gidersek gidelim, oranın evimizin yerini tutmadığını söyleriz hep. Hep yastığımızı, yatağımızı özleriz. Mutfağımızda kendi tuz kavanozumuzdan tuzluklara tuz eklemeyi, kendi tencere tavamızda, kendi ellerimizle kendi yemeklerimizi yapmayı özleriz.
Evim gibisi yok deriz.
Evdeki rahatı en konforlu yerlerde, otellerde bile özleriz.
Evde ayaklarımızı uzatarak yaptığımız bir keyif, keyiflerin hasıdır.
Emekliler için her gün olabilecekken çalışanlar için belki sadece hafta sonları, pencere kenarındaki bir berjere ya da rahat bir koltuğa gömülüp sabah çayını yudumlayarak gazete okumanın ayrıcalığı, herkesin yaşabildiği bir an değildir.
Hele de mevsimlerden kışsa, pencereniz karşı kaldırımdaki durakta soğukta otobüs, dolmuş bekleyenleri görüyorsa, onların nasıl üşüdüğünün an be an farkındaysanız, onlar da dışarıda soğuktan üşüyen ellerini, paltolarının uzun kollarının içine çekerek korumaya çalışırken size gıpta ile bakıyorsa yudumlanan çayın lezzeti çok özeldir.O özellik dışarıda değil halcağızımızı bilen evimizde tadılabilir.
Soğuk kış günlerinde ya da bunaltıcı yaz günlerinde, manzarası ile uyanışı ya da bir süreliğine yokluğu anlatan bahar günlerinde, dışarıdaki telaşı, içeriden ev keyfi katılmış halde izlemek, kıymeti iyi bilinir bir keyiftir hani. Ev keyfinin, en keyifli keyiflerindendir.
Ev aramaya çıkıp da ev almaktan vazgeçeni çok görmüşüzdür. Benim evimden daha iyisi yok diyerek onca gezmenin , ev bakmanın ardında..
Bizde nadiren olsa da batı kültüründe sıkça olan asırlardır , kuşaklardır aynı aileye ait olan evler, çok ilgimi çeker.
Aynı ailenin her bireyinin doğduğu, büyüdüğü, o evin geniş tarlalarında, bağlarında, çalışanlarla birlikte sürdürülen ayniliğin her kuşakta yaşandığı ve bir önceki kuşaktan bir sonraki kuşağa bırakıldığı, artık adı filancagillerin evi, bağı, çiftliği, konağı olarak anılan evlere çok saygı duyarım.
Kök duygusunu, nereden gelmişlik bilincini, aidiyet duygusunu o kadar güzel anlatırlar ki.
Bir de hele o evlerin içinde asırlardır bulunan mobilyasından, tabak çanağından, fincanından, aynasından, sandığından, hamur sinisine, tahtasına kadar saklanmışsa.
Eski şömineler vardır böyle evlerde. Taşından, üzerindeki bezemelerin yontusundan o evin sahiplerinin kaç kuşaktır oturduğunu anlatacak kadar eski olan. Yenilenmemesi bir tarzdır o eskiliğin. Bakılır, gözetilir ve eski hali korunur.Bu eskilik orada olmuşluğa, yaşamışlığa ait bir suskun imzadır.
Duvarlardaki, pencere kenarlarındaki eski taş oymaları, eski iç içe geçen yuvarlak demirlerin kare ya da dikdörtgenler oluşturduğu pencere demirleri, eski tahtadan kirişler muhafaza edilir. Kaç kuşak önceki ebeler, dedeler, nineler, anneler hangi ocakta, şöminede ateş yakmışsa en son kuşak da aynı ocakta ateş yakarak o evin bacasını tüttürür.
Bacası tüten ev, mutlu evdir, hayatın sürdüğü, tenceresinde aş kaynayan, akşam yemeklerinde koca bir ailenin buluştuğu, üşüyerek, acıkarak eve doluşanların ısındığı ve doyduğu yerdir. Eskiden karınlar doyunca yapılan sohbetlerin, şen kahkahaların yerinde şimdi televizyon dizilerinin müzikleri duyulmaktadır.
Evliliklerin, doğumların, düğünlerin olduğu, nice zamandır akrabaların sizi bulduğu tek yerdir o evler, o kaç kuşağın yuvası bildiği evler. Eskiden de orada bulunurdu şimdi de orada bulunur olunan korunak, yuva, sığınak, keyif sürülen mekandır orası.
Böyle bir küçük çiftliği Hollanda’da görmüştüm.
Bir peynir çiftliğiydi.
Küçücük bir yer ama sahipleri tarafından öylesine benimsenilmiş, sahiplenilmiş, özdeşleşilmiş bir yerdeki çiftlikten çok, bu kabulleniş, çiftlik ile bütünleşme, çiftliğe ve oradaki çiftlik evine bağlılık beni çok etkilemişti. Doğan her fert kendisini oranın bir parçası olarak görüyor ve orada yaşamak ve orayı yaşatmak, yaşamının ilk ilkesi olmuş gözüküyordu onlara. Çok takdir etmiştim.
Bizdeki eski taş yapıların, artık yerine koyulması, benzerinin dahi yapılmasının neredeyse hayal olduğu en taş ve ahşap işçiliğinin güzel örnekleri ile süslenmiş eski konakların birer birer yok oluşunu, elbette zamanın koşulları gereği bakımlarının da zorlaşmasıyla benimsenilmek bir yana eskiliklerinin öne çıkarılarak sit olmaktan, tarihi eser olmaktan bir an önce çıkarılarak yıkılıp yerine çok katlı blokların, apartmanların dikilmesi için nasıl can atıldığını anımsayıp utanmıştım. Onlarla birlikte kocaman bahçelerindeki ceviz, dut, hünnap, hanımgöbeği kayısı, zerdali, iğde, elma ağaçlarının da onca yıllık ömürlerine birkaç dakikalık gürültüyle son verilişini hatırladıkça Hollanda’daki o küçük çiftliğin sahibi çiftçiyi daha çok takdir eder oldum.
Benimseme duygusunun gelişmiş olmasının bir yetenek olduğunu kavratmıştı bana bu örnek.
Umarım, içinde kuşakların ayak seslerini taşıyacak, bahçesindeki ulu ağaçlara her zaman tırmanacak afacan yeni neslin sahip çıkacağı nice asırlara yaşı gidecek evlerimiz olur birgün.
Halcağızımızı bilen, dört duvarı arasında bizi koruyan, saklayan, sırdaş olan, çatısıyla barındıram.
ACEMIDEMIRCI

10 Aralık 2009 Perşembe

Yulia'dan - Ben de cocuklukumu sevdim.





Evvelceden yazdikim konulardan kecmis Sovet olkesinde,simdiki Rusiyada yasadikimi biliyorsuz,cocuklugum,gencliyimin ilk caglari o zaman,arkaya donub bakan zaman na kadar mutlu cocuk oldugumun farkindayam,Asemidemircinin Ben cocukken yazisina yorum yazmisdim,bir az cocuklugumu anlatdim,benden yazmagimi istedi,kirmadim onu,bir az dasundum,o mutlu yillarima heyalen kayitdim,sizleride yanimda yolcu goturdum,Babami na kadar sevdiyimi size belkede anlata bilmem,onu her zaman guclu,insan hayatini koruyan,ailesini,cocuklarini seven kimi tanidim, belkede onun hatirasicin oglumun doktor olmagini isterem,annemde oyle,ama nedense ben babami daha cok deyerlendirirdim,Okul zamani seherden her zaman disara cikamazdik,annemle babamin programlari vardi,nereye getmeli,cocuklara ne anlatmali,ilk defa tehnalaji muzeye geden zaman hec ne anlamadim,erkek kardesim eski arabalari gorunce cok sevindi,ben yok,sonra patatestinYunanistandan getirildiyi konusu meraklandirdi ama hemen gun kurtarmayacakmi diyordum,cok az yasim vardi,en cok sevdiyim yilbasinda babamin bize aldiki biletlerle cocuk balosuydi,suslener,serler,sarki soylerdik,balonun sonunda Sahta baba,kar kizla gelir hediyyeler paylardi,ayilar buz ustunde dans edirken okadar,mutlu olurdukki,,,Okul burada on bir yildir,kimi 9 dan sonra kolledje geder,kmise 11 yil okur,unversteye gederdi,annemle babam bizim 11yil okumakimizi istediler,sozlerinden cikmadik,ama o kadar hos maceralarimiz varki, siniflar arasi yarislar olurdu,boyle bir oyun vardi Zenit-yani harbi oyundu,oyrencimiz parkin en uzak bir gusesine aparardi bizi,esil savas oyunu oynardik,kizlarsa yaralilara bakan hemsirelerdi,cok severdik bu oyunu,sonunda diplamlar alirdi bizim sinif,bir ara doktor olmak istedim babam sen gelecekde ev kadini,anne olacaksan,senincin oyretmenlik iyi.Yillar kecib onun benimcin ,kiz kardesimcin dogru fikir soyledigini anladim.Yaz tatilini cok beklerdik,koyde kucuk bir cifliyimiz vardi,zaten dedem,baba annem orada yasiyordi,inek,koyun,coklu tavuklar,kazlar,ordek vardi.Ora alisanacan kazlardan bele korkardik,boyuk bendim ya konsu cocuklarin yaninda kururlanan zaman kazlar arkama dusdu,beni golmeceye ordeklerin yanina salmayinca rahatlanmadi,o gun okadar utandimki,,,bir defada kardesimle bahcede gezinen zaman tavukun yumurt ustunde yatdikini gorduk,dusunmeden ordek yumurtundan oraya koyduk,her gun yoklardik,bir zamandan sonra tavuk yavrulari cikdi,bir haftadan sonra ordek baba annem baka-baka kaldi,ay benim basim,bu nasil oldu ,korkduk hec ne soyleye bilmedik,onsuzda sehere kayitmaka az kalmisdi,cok karib sehne vardi tavuk kendi yavrularini yedirer,ordekleri yakin burakmazdi,sonradan yemeyin sonuna burakardi,ve ya kanadlari altina almazdi,sonradan aciyardi,cok pesiman olmusduk,ama gecdi,sonralar cocukum 9 yil olmadi ya,o gunahin cezasini cekdiyimi dusundum.Ciflikde gunler cok hizli kecirdi,bizim en guzel gunlerimiz anne-babamla olurdu,bizimcin neler dusunmezdiler,ormanlarda okadar kosurdukki,aksamlar tas kimi yataga duserdik,ama annemin masalini dinlemeden uyumazdik,bir tek sey vardi koy yumurtu yiyemezdiz,simdide oyle nedense etri cok keskin geliyor,Sevdiyim bir de yunus teatrosuydi,bayilirdim,ora geden zaman ,onlarin her bir gosterisleri sahane,biz her birimiz myuzik dersleri aldik,ben piano,kiz kardesim gitaro,erkek kardesim kaman,bazen evimizde konser duzenliyorduz,annmle-babamin guzel sesleri vardi,biz caliyor,onlar sarki soylerdi,o zaman mutlu aile tablosu vardi bizim,konuklar olanda bazen babam benimde sarki soylemeyimi isterdi,cocukdum bagira-bagira soylerdim,cocuklugum rengarengdi,yazmakla kurtarmaz,ama,azda olsa sizlere anlatdimsa ne mutlu bana.

Mutlu cocuklugumizcin anne-babama minnetdariz,simdi babam hayatda yok,annemse halede is kadini bir huzur evinde bas muhasib,isini cok seviyor,biz kizlarin kendi ailesi,erkek kardesimle bir yerde yasiyor,her sabah arkasinca araba geliyor,aksam evde turk dizilerinin hepsini izliyor,telefona bazen gelmez,Poladi izliyoram,kendim araram diyor.

-- Simdi ben de cocuklarimin mutlu cocuklugu olmagini isterem,elimizden geleni onlarcin esirgemiriz,ama arada bir fark var,o zamanlar biz huzr icinde yasiyorduz,cocuklarimizsa,cok kalabali,sonu bilinmeyen bir zamanda,yenede allahdan bir dileyimiz var,bence butun anne-babalarin en boyuk dileyi cocuklarinin saglikli ve mutlu olmasi,dunyamizin hos menada duzenlenmesi.

Acemidemirci ,arkadasim bilmiyoram seni memnun etdimmi,ama ancak bu kadar yazmagi becerdim.YULIA.

6 Aralık 2009 Pazar

Asi Dizisi 10.Bölüm Ardından

Hepinize Merhaba...



10. bölüm kolaj görüntülerinden oluşan 'kapsamlı' fragmanımız...

http://www.youtube.com/watch?v=5FHxXdMaZu0
 
http://en.sevenload.com/videos/QoEnc9B-Asi-Dizisi-Klip-Boeluem-10
 
Sevgilerimle...

5 Aralık 2009 Cumartesi

Ben çocukken -1-

Ben çocukken çiftlikler vardı. Birisi de teyzemlerin geniş çiftliğiydi. Yaz tatillerinde o çiftlikte çok bulundum. O yüzden sonradan çiflikte geçen romanları da dizileri de çok sevdim.

İçinde çeşit çeşit meyve ağaçları dikili, bakıcısı yani kahyası olan, ata binilen, at arabası ile ulaşım sağlanan, horoz seslerinin duyulduğu, kuru bir dal ile saman yığınları karıştırılınca içinden aniden kıraç sürüngenlerinin, kıvrılarak çıkıp kaçabileceği gerçek çiftlikler.

Dereleri olan çiftliklerdi. Derelerinde karpuzların soğutulduğu, göçmen kuşların gelecek yaza kadar başka diyarlara uçarken üzerinden geçtiği çiftlikler..

Akrabalar, birbirine yakın mahallelerde otururdu ben çocukken. Mutlaka aynı semtte olurdu evleri. Her akşam bir akrabada toplanılır, iskambil ya da tavla oynanırdı, belki de satranç.

Yazın, ev toplantılarının yerini dışarı gezmeleri alırdı. Gençlik Parkı çok nezih bir yerdi o zamanlar. Çoluk çocuk Gençlik Parkı'na gidilir, kalabalık aile grubu bir çay bahçesinde oturur, semaverden çaylar içilirdi.

Çocuklar, motorsiklet ile yapılan bir gösteriyi izlemeye doyamazlardı Gençlik Parkı'nda. Silindir şeklinde geniş ve yüksek duvarlı bir yerde, rotor denilen motorsikletli gösteriyi heyecanla izlerdi. Motorsikletin binicisi, yerden giderek yükselerek, seyircilerin bulunduğu daha yukarıdaki yükseltiye kadar düz duvarda motorunu sürer ve gösteriyi bitirirken göğsünden çıkardığı Türk bayrağını yüzüne örterdi..

Ben çocukken, televizyon henüz bilinmeye başlamıştı. Lojmanda otururduk . Televizyon alan ilk komşumuza her gece çoluk çocuk gidilir, haberler izlenir, büyükler koltuklara, sandalyelere oturur, çocuklar yere, halının üzerine sıra sıra dizilirdi. Televizyon sahibi komşu, evinde televizyon olmasının gururuyla uzunca bir zaman bu ağırlamaları sürdürse de diğer komşuların televizyon almaya başlamaları, onu oldukça rahatlatmıştı.

Televizyonda izlenen haberler kadar haberleri sunan spikerlerin saçları ve giyimleri de çok dikkat çekerdi. O zaman spikerler çok özenle seçilmekteydi. Ses tonları, Türkçe'ye hakimiyetleri, dili kullanışları olağanüstüydü. Öyleleri pek kalmadı artık.

Ben çocukken, annelerimiz bizleri komşulara göndererek “Bir maniniz yoksa annemler akşam size gelecek” dedirtirlerdi. Daha sonra o zamanların kalıplaşmış bu cümlesi için bir kitap yazıldı.

Ben çocukken yılbaşları bambaşkaydı. Her evde olmayan televizyon, birkaç saat yayından sonra kapanırdı, tek bir kanallıydı. Yılbaşı nedeniyle biraraya gelen akrabaları oylayan şey, bugünkü gibi televizyon eğlenceleri değil, tombala, atyarışı oynamaktı. At yarışı ilginç bir oyundu.

Kupürlerle oynanırdı at yarışı. Bir kapta su olur, o küçük kupürlere su sürülerek sonuç görülürdü. Bugünün televizyon yayınlarının hiçbiri, o oyunların heyecanını, hazzını hissettirmeye yetemez.

Yılbaşları için kocaman , besili tavuklar pişirilir, pilavların üzerine yerleştirilirdi. Her çeşit kuruyemişten oldukça bol alınır, elma, portakal, muz meyve olarak sunulurdu.

Ben çocukken dolmuş, otobüs, taksi gibi araçlar özel otomobillerden daha çoktu.

Her evde televizyon olmaması her akşam gezme anlamına gelirdi. Ya misafirliğe gidilirdi, ya misafir ağırlanırdı akşamları evlerde.

Bu gezmeler bol sohbetli olurdu. Çay, yanına bisküvi ya da gofret verilerek ikram edilirdi. Çaydan sonra meyve ikramı da olurdu.
Sonra üniversiteye hazırlıklar, kurslar , üniversite öğrencilikleri başlayınca, bu gezmeker azaldı ve giderek neredeyse bitti.

Ben küçükken, ithal meyveler olmadığı için mesela bir kivi meyvesi ikramlar arasında olmazdı.

Ben çocukken hazır giyim yaygın değildi. Annelerimiz dikerdi giysilerimizi. Moda dergileri alınır, patron denilen kalıplar çıkarılır, kumaşın üzerine koyulan bu kalıplara göre giysiler kesilir, teğellenir, tutturulur, makine dikişi, temiz işleri, bastırmaları yapılırdı.

Ben çocukken, bahçeler meyve ağaçlarıyla doluydu. Şimdiki siteler gibi park bitkileri ile dou değillerdi bahçeler.

Ağaçlara tırmanırdık. Düşerdik hatta. Dizlerimiz yara bere içinde olurdu hep. Ağaca tırmanmanın, ağaçtan karadut, beyaz dut, çağla toplamak zevkinin yanında, dizlerin yaralanmasının acısı çok önemsizdir.

Deniz denince akla Erdek gelirdi. Ben ilkokuldayken ,mayo bulunmazdı çocuklara göre. Annem, Burda dergisinden kalıp çıkararak bize yedekleriyle dikmişti ilk mayolarımızı.

Ben çocukken, tatiller memleketlerde geçirilirdi. Tatil süresi oldukça uzundu. Okul bitince başlar, okul yeniden açılana kadar sürerdi.

Memleketler, o zaman, memleket denilince anlaşılan cinstendi. Bahçeli müstakil evlerde, çömlek peynirleri saklanan kayıt damları vardı. Bahçede olmazsa olmaz hünnap ağacı, ceviz ağacı, kadıngöbeği cinsi kayısı, zerdali, altına beyaz geniş bir örtü ya da sofra bezi serilerek çırpılan bahçenin vazgeçilmezi dut ağacı hep orada duracak, birgün apartmanla kaplanacak buralardan hiç kesilmeyecekler sanılırdı.

Onlarca omcadan oluşan bağlardan ya da evlerin bahçelerinde mutlaka olan asmalardan, bütün kış yaprak sarması olarak kullanılmak üzere toplanan yapraklar, salamura yapılır, kalın yeşil cam kavanozlarda saklanırdı.

Sadece yapraklar salamura yapılmazdı, dolmalık biberler de salamura olarak saklanırdı. O zaman sadece yeşil ve normal büyüklükte dolmalık biberler vardı.

Patlıcan, biber, dolmalık biber, yeşil fasulye kışın kullanılmak üzere kurutulurdu.

Memlekette çeşmeler olurdu, susuz evlerin kadınlarının gelip başında sohbet ederek sıra beklediği. O zamanlar su olmayan eski evler de vardı. Kadınların omuzlarında uzun bir ağaç dalından yapılmış askının her iki ucundan aşağıya uzanmış kalın iplerin ucunda, helke denilen kovalar olur, o kovalar ile su taşınırdı.

Ben henüz okula gitmiyorken, okula giden abilerin şapka giydiğini gördükçe onları asker sanıyordum.

Benim çocukluğumda, bilgisayarlar bir oda büyüklüğünde olurdu. Onları görmek de sadece gazetedeki resimlerinden mümkündü. Çok ciddi işler için kullanılırdı. PC hayali bile kurulamazdı o zamanlar.

Köyünden gelip bir apartmanda iş bulmuş kapıcılarımız oludu. Lojmandaki kapıcımız Bilal Efendi gibi. Her sabah gazetemizi getirirdi. Kolundaki koca ekmek sepeti, fırından yeni çıkmış taptaze, mis gibi kokan ekmeklerle dolu olurdu. Sipariş olup olmadığını sormak için öğleye doğru uğrar ve maydonoz, limon gibi siparişleri getirirdi.

Gazetelerin tefrikaları olurdu benim çocukluğumda. Okuduğum bazı romanlar daha ilkokul öğrencisiyken tefrika halinde gazetelerde yayınlananlardır. Genellikle yabancı romanlardı. bunlar.

Birkaç kez Türk eserleri de yayınlanmıştı. Çok hoşuma gitmişti o kitaplardan biri. Adı “Büyük Orfoz ve O Çok Büyük Aşk” idi. Bir de Türk dedektife ait maceraları anlatan kitap serisi yayınlanırdı.

Milliyet Gazetesi'nin iç sol sayfalarının birinde, sol kenarda, hergün yayınlanan çizgi romanlar olurdu. Hoş Memo, Mr. Hazard, Sahne Işıkları..

Gazetelerin bulmacaları çok önemliydi. Kültürün, hergün yeniden test edilmesi anlamına gelirdi bulmacalar. Bir müddet sonra bulmacalarda sorulan beylik sözcüklerin hepsi ezberlenmiş olurdu.
Pazar günleri yapılan en önemli işlerin başında bulmaca çözmek gelirdi. Sırf bu yüzden eve birkaç gazete alanlar olurdu. Bulmaca çözen kişi, sabah gazeteyi ilk önce almak için uğraşır, başkası kendisinden önce bulmacaya yanaşmasın ve iki harfli kelimeleri doldurarak bulmacanın tadını kaçırmasın diye erkenden kalkardı.

Tost makineleri çok sevilirdi. Cumartesi ve Pazar sabahları evler tost kokardı.

Domates, domates gibi kokardı. Gıdalarda hile hurda yoktu. Hormonlu ya da genetikli gıda bilinmezdi.

Vita yağı, margarinlerin mutfağa girişinin adıydı. Boş teneke kutularına çiçek dikilirdi.

Benim çocukluğumda, her evde devetabanı, kauçuk ve kılıç cinsi bitkiler mutlaka olurdu.

Sehpaların üzerinde misafirlere ikram edilmek üzere birkaç marka sigara bulunur, gelen misafire önce kolonya tutulur, sonra şeker ve sigara sunulur ardından çay, kahve ikramına geçilirdi.

Büyükbabalar ya da dedeler memleketten gelirken yanlarında çocukları, torunları için kışlık gerekli azıklar taşırlardı. Dedemin bir sepeti olurdu hep. İçinden mutlaka birkaç yaban ördeği çıkardı. Bir de çörekotlu çömlek peyniri.

Çocukken yediğim yaban ördeklerini sonraları uçarken bile göremez oldum. Birkaç yurtdışı gezisi dışında yaban ördeği yemeyi çoktan unuttuk.

Ben çocukken, üniversite öncesi eğitim, beş yıl ilkokul, üç yıl ortaokul ve üç yıl liseden oluşurdu. Ortaokul ve lise son sınıflarda bitirme sınavına girilirdi. Ben ortaokulda bitirme sınavına girmiştim ama lisedeyken bu sınav kalktı.

Ben çocukken, evlerin arasında kocaman arsalar olurdu. Okul çıkışı mahallenin çocukları bu arsalarda toplanır oyunlar oynardı.

Benim ilkokul dönemimim geçtiği bizim lojman bloklarının arasındaki arsaya, eğer yapılmış olsaydı en az iki blok daha sığardı. Biz o cömert boşlukta yakantop, istop, dalya, saklambaç, yağ satarım bal satarım oynardık.

Yakantopunu iyi oynayan için “iki canlı” denilirdi.Kuvvetli oyuncular iki canlıydı. Ben iki canlıydım. İki canlıların olduğu takımlarda nutlaka bir de kuvvetsiz oyuncu olurdu.

Oyuna kimin önce başlayacağı ya da kimlerin aynı takımda oynamak üzere eşleşeceği, çeşitli şekillerde belirlenirdi. Ya iki takımın oyunbaşı olan çocuk biraz mesafe koyarak karşılıklı adımlar atarak, “Aldım verdim ben seni yendim” tekerlemesi ile kimin ayağı kimin ayağının üzerine gelecek çekişmesi yapar bu arada karşıdakinin ayağının bizim ayağımıza basmasını önlemek için adımlar giderek küçültülür, parmak uçlarıyla basılırdı ya da ellerimizi “Ay may kumay “ dedikten sonra düz ya da avucumuz dönük halde öne uzatırdık. Ellerin duruşuna göre, düz mü, avuçlar açık mı oluşuna bağlı olarak ,elleri aynı olanlar, aynı takımdan olurdu.

Aparmanların girişlerindeki duvarların üzerine tuğla, kömür parçası ile şekiller çizip, dama oynardık. Küçük taşları toplar elimizle atıp tutarak beş taş oynamayı hepimiz bilirdik. Şimdi beştaş oyununu duyan bile olduğunu sanmıyorum.

Biz çocukken ip atlardık.

Geniş caddelerde trafik sorunu yoktu. Araba park sorunu hiç yoktu. Vızır vızır bisiklete binerdik.
Benim çocukluğumda ya çok kısa ya çok uzun olurdu giysiler. Ya mini denilen çok kısa eteklikler ya maksi denilen çok uzun etekler, paltolar giyilirdi. Midi denilen dizaltı giyenlere de rastlanırdı.
Erkekler, saçları ne kadar uzunsa kendilerini o kadar modern ya da batılı olduğunu sanırdı.

Ben ortaokulu Ünye'de okudum. O yüzden kendimi biraz Karadenizli gibi görürüm. O zaman seçmeli dersler vardı. Ünye taşraydı, tarım kesimi olduğu için ben tarım dersi okumuştum. Şehirdekiler tarım dersi okumuyordu.

Biz, özenilesi çocukluk yaşamış çocuklarmışız meğer. Şimdi bakıyorum da çiftlik de oyunlarda, ağaçlar da çizgi filmlerde var artık.. Gerçeği yerine sanalı var herşeyin. Çocuklar da gerçek çocuklar gibi yaşamıyor çocukluklarını. Ağaca tırmananı yok, daldan düşüp dizini yara bere içinde bırakanı yok, mahallede boş arsa yok ki yakantop, dalya, bilye oynasınlar. Gerçi olsa da oynayamıyorlar, çeşitli tehlikelerle dolu artık sokaklar çocuklar için.. Sanal bir çocukluk yaşıyorlar üç yaşından itibaren sabah uykularını servislerde alarak..

Hakkını vererek çocuk olmuşuz biz. Tam anlamıyla çocuktuk biz.. Çocuk gibi çocuklarmışız. Mutlu, hava kararana kadar top oynayan, yitmemiş domates kokularını duymuş, ağaca tırmanmış, yazları çiftlikte yaşamış.. Çocukluğu yaşamış çocuklar..

4 Aralık 2009 Cuma

Asi Dizisi 9.Bölüm Ardından

Hepinize Merhaba...



9. bölüm kolaj görüntülerinden oluşan 'kapsamlı' fragmanımız...

http://www.youtube.com/watch?v=y_mwNmIYc0U

http://en.sevenload.com/videos/s2otN29-Asi-Dizisi-Klip-Boeluem-9


Sevgilerimle...

2 Aralık 2009 Çarşamba

Evin İlk Çocukları, Anladınız di mi:Kocalar

Bir çocuk doğar, tüm şirinliğiyle büyür ve bir an gelir artık ona karışmanızı, akıl vermenizi istemezler. Büyüdüklerini düşünürler çünkü, bunu da ispatlamak peşindedirler. Kendilerine, size, çevrelerine. Büyük birisi olarak, ergin bir kişi olarak kendi kararlarını kendileri verebilir, işlerini kotarabilir olduklarını başta annebabaları olmak üzere herkese gösterirler. Böylece çocukluktan mezun olma sınavını da başarıyla tamamladıklarını kendileri dahil herkese gururla göstermek isterler.
Bebekler, çocuk; çocuklar yetişkin olur gün gelir.
Büyürler yani. Büyüdüklerini her hareketleri ile, isyanları ile, başkaldıran duruşları ile anlatmaktadırlar.
Evimizin büyüyenleri, çocuklar.. Ya büyümeyenleri?
Evlerimizde hiç büyümeyen kocaman çocuklar da var. Onlar evin ilk çocukları gibiler. Her zaman çocuklar, ne kadar yetişkin gözükseler de kendilerine bakmakta daima zorlanırlar.
Kim mi onlar? Çoktan anladığınızı biliyorum ama yine de yazmalıyım. Kocalar elbet.
Bunu anlamak her zaman kolayca mümkün olsa da, somutlaştığı anlar bizi çok güldüren anlardır.
Böyle bir anı ilk kez, ilk iki tekerlekli bisikletim alındığında fark etmiştim.
Yenimahalle'de lojmanlarda otururduk, Yahya Kemal Caddesi'nde. Geniş bir caddedir orası. Senelerdir yolum düşmese de hala öyle olduğunu biliyorum. O vakitler trafik neredeyse yoktu, annemin gözü arkada kalmadan yaz tatillerinde bisiklete binerdik cadde boyunca. Babam aşağıya iner, bisiklet sefamız bitene kadar bizi gözlerdi.
Bisikletim yeni alınmıştı. Aksaray'da idik. Oradaki evimizin sokağında binecektim. Evimizin bahçesinden akan dere, diğer evlerin sokak duvarlarının dibinden akıyordu. Annem dereye düşebileceğmden korkuyordu.
Babam bisiklete binmeyi çok severdi. Bana alınan bisiklete deneme amacıyla bindi. Babam sanırım tüm Aksaray'ı dolaştı bisikletle. İnmek binmedi bir türlü.
Babam benden daha çocuk olmuştu dere kenarında bisiklete binme konusunda.
Kıbrıs'tan, uzaktan kumandalı uçak ve gerçeğinden güzel arabalar getirmiştik kardeşime. Henüz küçüktü kardeşim, kumanda ile yönetmeyi kısa sürede öğrendi ama bu öğrenme sürecinde babam bol bol oynadı bu oyuncaklarla.
Filmlerde olurdu, görürdüm ancak pek çok gerçekleşmesini de dinledim yakınlarımızdakilerden, yürüyen oyuncuklarla ilgili.
Evin erkek çocuğuna, rayların üzerinde giden tren alınır ama bu trenle oynama fırsatını çocuk bir türlü yakalayamaz. Çünkü evin babası treni çocuğuna hiç bırakmadan oynamaktadır.
Sık sık bazı ünlü yöneticilerin, medyadan tanıdığımız kişilerin çalışma odalarında oldukça büyük bir alan kaplayan oyuncak trenleri ile resimlerini görürüz. Boş kaldıkça trenlerini çalıştırıp onları seyrederek dinlendiklerini söylerler hatta.
Oyuncak konusu ile kalmaz yetişkin erkeklerin çocuklukları. Kendine bakmak konusunda pek yetenekli sayılmazlar hatta hiç.
Eğer birkaç gün evde yalnız kalmaları gerekse, bu süre zarfında yemeleri için onlara yiyecekler hazırlayıp buzdolabını bunlarla doldursanız da, yalnız kaldıkları süre boyunca ya ısıtacak kap bulamayıp bu yiyeceklere hiç dokunmazlar ya da buzdolabının yemeleri için hazırlanmış yemekler ile dolu olduğunu unutuverirler.
Ne kadar zararlı, tuz deposu, zararlı yağlarla yapılmış cipsler, yağlı kuruyemişler, çikolatalar, antep fıstıkları, kajular varsa evde, onları yerler; yetmedi alırlar.
Bu durum karşısında ne yapılabilir. Eminim çoğumuz aynı şeyi yapıyoruzdur, benim yaptığım gibi;
“Bunlar zararlı, yağ deposu, damarları daraltan şeyler”, demek. Bunu dediğim zaman aldığım cevap şu oluyor;
-”Ama tadı güzel”
O zaman eşime
-“Damak tadı değil ağız tadı önemli” derim.
Ağız tadı, bilirsiniz gönenç, mutluluk, huzur, hayatın yolunda gitmesi anlamına gelmektedir. Damak tadı ise, lezzetli yemeklerin hepimizde uyandırdığı hazzı anlatmak için kullanılır.
Yemek konusundaki duyarlılıkları damak tadına odaklanmış evlerin koca bebekleri, aradıkları hiçbir şeyi de kolay kolay bulamazlar.
Buzdolaplarını hepimiz biliriz. Birkaç rafı olan, kapısında da ayrıca gözleri olan, sonuçta küçük ve sınırlı hacimlerdir.
Kahvaltı sofrasına konulacak tulum peyniri eğer raflarda duran kapalı kaseler, saklama kabı, kavanoz gibi şeylerin arkasında kalmışsa o peynir pek çok koca tarafından kolayca bulunamamaktadır. Peynirin yok olduğunu duymak size şaşırtıcı gelmez, hatta peynir herhangi bir kavanozun arkasında değil en önde olsa bile.
Peynir ya da zeytin saklama kabı görülemez en önde bile olsalar kolay kolay. Zira kocalar buzdolabının kapağını açar açmaz göz hizalarındaki ilk yere bakarlar. Rafları gözleriyle taramazlar, asla öndeki reçel kavanozunu, kaseleri biraz yana itekleyip arkasına bakmazlar. Dolayısı ile ilk ve tek baktıkları yerde aradıkları şey varsa onu kolaylıkla bulabilirler, eğer orada yoksa bulmak işi mutlaka size düşer.
-”Neerrdeee?”, sorusu kulaklarınızın çok aşina olduğu ses dizeleridir nicedir.
En sevdikleri gömlekleri kolay bulumayanlar listesinde başta gelenlerdendie. Çorapları, kemerleri de öyle.
Herşeyin kendine ait bir yeri olması, en lüzumlu gereçlerden olan gözlüğün koruma kabından çıkarılıp, işi bitince yine koruma kabına tıkılarak, kabın da daima aynı yere koyulmasının , aranılınca kolayca erişilmesi için ilk şart olduğu teorisini çoktan benimsemişlerdir ama uygulamaya asla geçemezler. Teoride ne kadar başarılıysalar uygulamada o kadar ağırdan alırlar. Gözlük bulmak artık sizin günlük alışılagelmiş işlerinizden bir olmuştur çoktan.
Bir büyük alışveriş merkezinde eşiniz bir anda gözden yitese onu bulabileceğiniz yer kuşkusuz bilgisayar oyunları satan bölümde, araba yarışları oyunlarına ait rafların önüdür.
Eşlerin birbirlerinin yarısı olduğuna inanırım. Yarım elmanın her bir şakı gibi. O yüzden günde defalarca gözlük bulsam da, buzdolabını açıp peynirin yerini göstersem de, eşim benim gözlük kaybeden yanımdır, ben onun gözlük bulan yanı.
Yeter ki ağız tadımız bozulmasın da, onlar alabildiğince yitirsinler her şeyi, bizler de seve seve gözlük, gömlek, çorap bulalım evlerin kocaman bebeklerine, o evde ilk çocuk olmayı kimselere bırakmayan eşlerimize.
ACEMIDEMIRCI