26 Kasım 2009 Perşembe

Kapı önüne konulası konuk: Yaşlılık

Hiç kapıya konulacak şey değil şu yaşlılık; ama başa geliyor, gelince de gitmiyor.”

Sene seneyi aratıyor, geçen sene ile bu sene arasında çok fark var dizlerimde.”


Bu cümleleri çok duymuştum. Görmüş geçirmiş, baston kullanarak iki büklüm yürümeye başlayalı hayli zaman olmuş, yaşlılık safhasındaki kişiler için vakit geçirmek, ya güneş vuran bir pencerenin önünde oturmak ya parka gidip bir banka ilişerek güle oynaya, bağıra çağıra eğlenen gençleri, birbiriyle gözlerden ırak buluşan gizli sevdalıları, okuldan kaçan haylaz öğrencileri, annesinin yanında küçük adımlarıyla , başı daima arkadaki bir olayı yakalamak için çevrilmiş minikleri seyretmek anlamını taşımaktadır.

Otobüslerde yaşlılara gururla yer vermiş kişiler olarak artık dolmuşta otobüste bize yer verilmeye başlanıldığında, hitaplar “Abladan teyzeye” yöneldiğinde bunları yadırgasak da masumane uyarılar gelmeye başlamıştır yaşlılığa dair.

Kırış kırış yüzü, kemikleri çıkmış elleri, çorbadan başka tercih edilemeyen öğünleri ile aklımıza yer eden yaşlılar sanki hiç genç olmamış gibi gözükürler gözümüze. Sanki hiç bebek olmamışlar, agular gugular yapmamışlar, ilk dişlerini çıkarmamışlar, emeklemişler, sokakta bilye, saklambaç oynamamışlar gibi duyumsarız onları.

Sanki hep öyleydiler, hep ellerinde bastonları vardı, ufalmış, kurumuş haldeydiler gibi algılarız onları.

Oysa biz yaşlılığa yaklaşsak da ruhumuz hala gençliğimizin bahar esintilerinin sürdüğü kavak yelli, gül kokulu, akılların bir karış havada olduğu, coşmaya hazır duygu sokaklarında gezinmeyi bırakmamaktadır. Görüntümüzle hislerimiz çekişmektedir..

Orta yaşın üzerindeki fiziğine rağmen hala yeniyetme tavırlar içindeki pek çok kişiyi daha bir anlarız yaşlandıkça.

Bize sorulanları, artık biz gençlere sorar olmuşuzdur yaş ilerledikçe. El öperken eli öpülen, bayramcı giderken bayramlarda ilk gün ziyaret edilen oluvermişizdir.

Zihnimizde hala o eski , genç, yorulmaz kişi olsak da bir yaşıtımız, eski bir okul arkadaşımız ile karşılaşıp ondaki hücre yitimini görünce azımsanmayacak bir sarsıntı geçiririz.

Aynada görmediğimiz, görsek de kabullenmediğimiz senelerin hızla geçmiş olduğu gerçeği, eski arkadaşımızın görüntüsü ile yüzümüze vurulmuş olur.

Eskilerin değil ama bizim kuşağın ilkokul ile başlayan ve çoğunlukla bir üniversiteden mezuniyet ile biten öğrencilik süreci boyunca duyduğumuz belli cümleler olmuştur. “Dersler nasıl?” gibi. Sene sonlarında bu soru “Karneler nasıl ?” ya da “Notlar nasıl?” halini almıştır.

Okullar bitirilir mutlak bir gün. İşe girilir ve bize yöneltilen soru “İşler nasıl?” olmuştur değişen durumumuza istinaden.

Ardından evlilik gelirse eğer, “Evlilik nasıl gidiyor?” sorularına cevap vermeye başlamışızdır.

Bu soruları, “Emeklilik nasıl, alıştın mı?” sorusu izler. İşte bu son soru karşısında yaşımızın daha bir ilerlemiş olduğunu alenen fark ederiz.

Öğrenci olmaktan çalışan olmaya geçis, çalışanken emekli olmayı yaşayış, anne olmaktan anneanne olmayı öğrenme; yaşlılığa giden sıralamanın kademelerinden bazılarıdır.

Televizyonda kimileyin rastladığımız sağlık programlarında, diyelim ki osteoporoz konusu konuşulduğunda bu konuya hiç ilgi duymayıp kanal değiştirirken, kemik erimesi ile yüz yüze geldiğimiz andan itibaren osteoporoz sözcüğünü duyar duymaz uzaktan kumandayı kapıp, televizyonun sesini açmaya yeltenmek yaşımızdaki değişiklik kadar yaşımızdaki değişikliğin eğilimlerimizdeki değişiklikleri nasıl belirlediğini de gösteren bir olgudur.

Sanki hiç bize uğramaz, sanki sadece komşuda olurmuş sandığımız, hayatın ta kendisi olan olgulara hiç yakalanmadan yaşayacağımızı sanırken, sadece göz doktoruna ya da diş hekimine gitmeyi bilirken birden bire vücudumuzun yorgunluğunu, eskimişliğini hissetmemiz kaçınılmaz olunca, hep komşuda olacağını sandığımız olgunun artık kapımızda olduğunun farkına varırız.

Artık o varsayılan komşu bizizdir.

Yaz kış, dere tepe hiç durmadan gezmek isteği bundan böyle kış aylarından başlayarak yerini evde oturma tercihine bırakmıştır kapımızı çalan yaşlılık ile..

Biraz daha yaşlanınca sadece kış ayları değil, yaz aylarında da yolculuk yapmaya yüksünmeler, ayakların şişmesinden, iklim farkını kaldıramamaktan şikayetler kaçınılmaz olur.

Hiç erinmeden, yani üşenmeden yürünerek gidilen alışveriş merkezleri, çarşı pazar gibi yerlere artık arabasız gidilemez olmuştur.

Okunan ciltlerce kitap kıyılıp atılamamış, kimselere verilememiş ve artık tozlarını solumak kaldırılamaz olmuştur. Bunca kitabı bir kütüphaneye bağışlamanın iyi olabileceği düşüncesi ağırlık kazanmıştır epeydir.

Sadece yeni kitaplar okunabilir olmuştur, tozsuz oldukları için. Elbette gözler izin veriyorsa.

Kemikler erir, gözlerde de tansiyon yükselir. Hormonlar değişeli çok oluştur yaşlılık ile.

Dik durulan, “Sırım gibi, selvi gibi, çakı gibi “ yakıştırmalarının yapıldığı yaşlar da, duruşlar da artık fotoğraflarda kalmıştır.

Japonlar, aile büyükleri yani anne babaları altmış beş yaşına gelince onlara kırmızı bir çift terlik hediye ederlermiş. Bu, artık o yaşlıların bebek gibi olduklarını , ikinci bebekliklerini yaşadıklarını anlatmak anlamına gelirmiş.

Bazı yerel kabilelerde, buzullarda yaşayanlarda yaşlıların ıssız bir yere terkedilerek soğuktan donarak ya da aç vahşi hayvanlarca parçalanarak öldürülmesi yaşanan olaylarmış.

Çağımızda yaşlılar için kanunlar var. Yaşlılara hizmet veren , yaşlılarına maaş bağlayan, onları koruyan, bakan, imrenerek izlediğimiz ülkeler var.

Görmüş geçirmişlik, tecrübe, rafine edilmiş duygular, arınmış yalınlaşmışlık anlamına gelen yaşlılıktan kaçınılmaz; ama yaşlanılsa da asla ihtiyar olmamak lazım, “yaşlanmayan yaşlı” Müzeyyen Senar'ın dediği gibi.


ACEMIDEMIRCI

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yorum yapmak için gmail adresi gereklidir...
Yorumlar, blog yöneticisi tarafından denetlendikten sonra, uygun bulunması halinde yayınlanacaktır...
İyi paylaşımlar...

İletişim: usayken@gmail.com