Aguuuu, agu, gugu.
Adda, başbaş, babba, ınga ,taytay, anniii…
Nerede bebek varsa bu sevimli sözcükler orada vardır, sıkça kullanılır, şarkı söylercesine. Makamlı edalı söylenirler, sevecenlikledir vurgulamaları.
Bebekler ağlayarak doğarlar. İlk sesleri küçücük boğazlardan çıkan ve hasretle beklenen yırtıcı hıçkırıklardır doğumhanelerde.
Uzun bir zamanda agugu, gugu gibi kendilerince kıkırdamanın ya da söylenmenin heceleri olan bu sesler dışında ağlamak ötesi ses çıkarmazlar. Gülücükler, hep oynayan, bağlasanız durmayacak kol bacak hareketleri ile kıkırdarlar hiç yorulmadan ama karşıdakini yora yora.. Gırtlaklarında pek çok hecelememiş sözcüğü mırıltılarla, hırıltılarla, güle ağlaya, boncuk boncuk yaş akıtarak çıkarır dururlar.Ağlamaları da sürekli olmaz gülmeleri de. İhtiyaçlarına göre hangi ses gerekse onunla duyururlar seslerini.
İnsan , ilklerinin büyük çoğunluğunu bebeklik döneminde yaşar. İlk sözcük, ilk adım gibi. İlk sözcük sabırsızlıkla beklenir zira ilk sözcükler olarak bebeğin ağzından çıkacak hecelerin anlatacağı aile bireyi olmak , o birey için onurdur. Daha çok anne sözcüğünün ilk sözcük olarak bebeklerin ıslak, dişsiz ya da ilk beyaz ışıltının önden alt ve üst çenede usuldan görüldüğü ağızlarından çıkması beklenir.
Çoğu kez babalar bebeklerinden baba sözcüğünü duyduğunu ve anne sözcüğünden önce evin küçük efendisinin “babba” dediğini öne sürerler. Bazen bebeklerin ilk olarak “dede” dediği de görülmüştür ya da öyle olduğu ısrarla savunulur.
Arı bir kokunun arı kaynakları olan arı mı arı, saf mı saf duru tenli bebeklerin sözcüklerden uzak, kıkır kıkır, göz pınarlarında her an hazır bekleyen şeffaf tanecikli buğulu gözlerle anlattıkları ,sözsüz ama ses ve bakış üzerine bir iletişimdir.
Bir dakikaya sığdırılabilen onca kol bacak hareketiyle, göğüslerinden çıkarttıkları gurul gurul seslerle güvercin yavruları gibi iletişim kuran bebeklerin iletişimi, iletişimlerin en hası, yalını, toycası, candanı,
sevgi temelli olanıdır.
Sadece sevginin, şefkatle bakan ve iyilikle dokunan bir elin konuşmasıdır bebeklerle kurulan bağ, kokulu, güvenli,salt sevgidir..
Bebeklerin özenle beslenmeleri sırasında şeftali suları mermerşahi, ya da tülbent bezleriyle sıkılır, zıbınların kenarı iğne oyalıdır.
Anneannelerin, büyüklerin tığla, şişle ördükleri yün battaniyeleri, renk renk ponponlu hırkaları, küçücük ama desen dolu yelekleri ile bebekler büyürken hayatı tanımaya, ilk karşılaştıkları her şeyi sorgulamaya başlarlar.
Kavramlar onlar için en çetin, pek sıkı konulardır, en zorlu ve çetrefilli düğümlerdir.
Yok kavramı, eşitlik kavramı, yasak kavramı, karşılıklılık kavramlarını, işlenmemiş beyinleri yetiştikçe, yetişkin insanların dünyasına daha bir daldıkça , sızı çeke çeke öğrenirler.
Bu öğrenme kimi kavramlarda ağrılı, sancılı olsa da kimilerinde güldürür de.
Hepimiz evlatlarımızı, yiğenlerimizi, arkadaşlarımızın çocuklarını kucağımızda oturtmuş, ellerinden tutup onları parkta, sokaklarda gezdirmişizdir. İşte o gezmeler daha çok bebek denecek küçüklere öğretici olacakmış gibi gözükse de aslında bizler için öğreticidir. Tıkanıp kaldığımız, cevap bulmakta başarısız olduğumuz, kem küm edip lafı eveleyip geveleyip ama taşı bir türlü gediğine koyamadığımız soruların nasıl da bizi şaşırttığı, bocalattığı anlardır o gezintiler.
Yiğenlerim İstanbul’da büyüdü. Sıkça da Ankara’ya gelirlerdi bizi ziyarete kızkardeşim eşliğinde. . Ben de ayda bir kez Mavi Tren ile İstanbul’a gider, Haydar Paşa Garı’nda iner, oradan banliyö trenine geçerek Göztepe istasyonunda iner, bir taksi tutar ve Bağdat Caddesi yakınlarındaki evlerine varırdım. Çoğu kez de beni karşılarlardı martı seslerinin tren düdüklerinden önde olduğu, deniz havasının buram buram hoş geldin fısıltısını taşıdığı, dalga seslerinin İstanbul şarkısı olarak bitmeyen bir taş plakta çalıp durduğu, yosun kokulu Haydar Paşa’da.
İlk yiğen sevgisini tattıran yiğenim, beni sevgi ve özlemle karşılar, önce öper sonra da bavulu hemen açıp açmayacağımı merak ederdi.
Her gelişimde ona hediyeler ve Ankara dışında o zaman pek satılmayan Beypazarı kurusu getirirdim.
Hafta sonu boyunca İstanbul’da kalır yürüyüşler, geziler yapardık. İstanbul’da dışarı çıktığımızda da bir teyze olarak nedense çocuklar la hep trafik ile igili konuşmaların öncelikli olduğunu düşünür ve trafik ışıklarına uyulması gerektiğini, renklerin bir dili olduğunu, sadece yeşil yanarken caddelerde karşıdan karşıya geçebileceğimizi söylerdim. Büyük yerlerde de bir çocuk için en gerekli bilgilerin başında trafik ışıkları olduğunu düşünüyordum.
Yiğenim İstanbul , Bodrum ve Ankara dışında bir şehir görmemişti .
Henüz ikinci yiğenim doğmamıştı,. Büyük yiğenim üç yaşlarında bukle bukle ipek gibi koyu saçlı, koyu kara gözlü, uzunca olacağı daha o zamandan belli, koşturmayı , hareketi çok seven ve benim giysilerimi da yeri gelir eleştiren , başka şey giymemi bekleyen , radyoyu, teybi, televizyonu kendi açıp kapayan bir küçük cimcimeyken onunla yürüyüşler yapar, pastanelerde oturur limonata içer, kuru pasta yerdik.
Elinden tutup onunla yürürken , küçük adımlarını bana uydurabilmek için şikayet etmeden çabaladığını fark ederek tempoyu yavaşlattığım olurdu. Daha çok trafiksiz, kuşların, kelebeklerin olduğu, ağaç türlerini tanıyabileceği yerler ile sosyal alanlara gitmeyi seviyordum onunla.
Bir gün Ankara’da, annemlerin hala oturduğu Tunalı Hilmi Caddesi’nin en eskilerinden olan Milka ya da Flamingo pastanelerinden birinde oturmak ve sıcak akşam üzerinde limonata içerek serinlemek amacıyla küçük bir yürüyüşe çıkmıştık. Esat dört yoldan başlayarak Kuğulu Park kavşağına kadar birkaç trafik lambasını da yürüyüşümüz sırasında geride bırakmıştık. Tıpkı İstanbul’da yaptığım gibi yine trafik lambasının ne dediğine dikkat etmemiz gerektiğini ve sadece yeşil yanarken yolun bir ucundan diğerine geçebileceğimizi söylüyordum. Yiğenim sözümün bitiminin ardından: “Teyzecim, yeşil ışık nereli?” diye sorunca önce soruyu anlamaya çalıştım. Şirin yiğenimin ne sorduğunu anlamam ile gülmeye başlamam bir oldu. Ankaralı annesinin , Ankaralı ailesini ziyarete İstanbullu yiğenim, İstanbul’daki yürüyüşlerimizde de hep karşılaştığımız ve Ankara’da da gördüğü trafik ışıklarının bizlerden duyduğu gibi Ankaralı, İstanbullu olup olmadığını, onların da bir memleketi olup olmadığını soruyordu. Anlatmak uzun ve benim için hayli zor oldu.
Limonata ve yanında kuru pasta keyfinden sonra eve dönerken bir inşaatın yanından geçiyorduk. Birkaç yıllık bir inşaattı ve çevresine konulan demir korkuluklar yer yer pas tutmuştu. Yiğenim paslı demirlerin önünde durdu, bir süre pas tutmuş demir kütleyi inceledikten sonra bana “Teyze, pasın rengi nedir ? “diye sordu.
Yine zorlanmıştım anlatmakta. Bu çocuklar ne kadar da zor şeyler soruyor diye düşünmüştüm. Oksitlenme deyip geçiştirememiştim.
Eve döndük . Televizyon açıktı ve bir pop şarkıcısının konseri vardı. Şarkıda sonsuza kadar sürecek bir sevgi anlatılıyordu.
Yiğenim oturduğu koltuktan kalktı, kucağıma geldi, eliyle başımı kendine çevirdi, gözlerini gözlerime dikti ve “Teyzecim sonsuz nerede?” diye sordu. Bu bana en zor soru gibi geldi.
İkinci yiğenim de doğduktan sonraki bir ziyaretlerinde onları Oran’da bulunan ve ODTÜ arazisinde yer alan ormana götürmek istedik. Orada temiz havada istedikleri gibi koşabilir, trafik olmaksızın rahatça oyun oynayabilirlerdi.
Onlara okuduğumuz masal kitaplarındaki çizgilerden, sadece resimli çocuk kitaplarındaki resimlerden tanıdıkları orman, dağ, tepe gibi olguları yakından görmelerini de çok istiyorduk. İlk kez bir masal kitabında çizilen ormanı değil de gerçek ormanı görüp içinde gezecekler, ilk kez bir dağın üstünde yürüyeceklerdi.
Etraf yeşildi. Yerdeki çiçekler kısmen Temmuz sıcağından kurumuş, otlar sararmış olsa da badem ağaçları, çamlar ve epeyce aşağıda kalan gölün manzarası harikaydı. Aslında bir tepedeydik hiç zirve tırmanışı yapmadan.
Arabadan inip, demir kapılardan geçince bir düzlük görünümündeki tepede yürüyüşe rahatlıkla başlayabiliyorduk.
Onlara buranın bir dağ olduğunu, dağın üstünde olduğumuzu, alttaki vadide bir göl olduğunu anlatıyorduk. Yiğenim etrafa ilgiyle bakıyordu, bir şeyler arar gibiydi. Merakla her noktaya baktı, geriye dönüp tekrar tekrar baktı ve bana ”Teyze burası gerçek dağ mı?” diye sordu.
Yine çok şaşırtıcı bir soruydu. Onun için dağ masal kitaplarında yer alan, sivri bir zirvesi olan, bu sivri zirve baklava dilimi gibi sivri uçlarla aşağılarla inen karla kaplı, genellikle kahverengiye boyalı, üzerinde kah gülen kah ok ok ışıklı halde çizilmiş sarı güneş bulunan, eteğinde koyunlar otlayan ve tam karşıdan tam da anlattığım gibi görünen bir tabloydu. Masal kitabı remiydi dağlar onun için. Bir gezinti yeri değildi. Bunu anlatmak da kolay olmadı.
Çocuk dili, çocuk algısı, çocuk mantığındaki naif derinlik, gizli güzellik ve çözümlenemez sorular daha sonraki yıllarda yitse bile akıllarda kalanların güzelliği yitmiyor.
ACEMIDEMIRCI
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorum yapmak için gmail adresi gereklidir...
Yorumlar, blog yöneticisi tarafından denetlendikten sonra, uygun bulunması halinde yayınlanacaktır...
İyi paylaşımlar...
İletişim: usayken@gmail.com