Tüm fotoğraflar ki elbette yalnızca
benim tarafımdan çekilmiş, bana ait resimler, o dizinin çekildiği mekanlarda kimi
dizi çekilmeden önce kimi de sonraki gezilerde çekilmiştir.
Önce
aşçılı, uşaklı, hizmetçili konaklar ya
da yalılarda geçen hikayelere pek bir rağbet olmalı ki o dizilerden fazlasıyla
çıkıyor karşımıza. Öyle akşamdan sabaha kısacık bir zaman sürecinde yaşanmışlık
hissi veren diziler var ki sanki içinde geçtikleri evlerin bir geçmişi yokmuş
gibi. Giysiler mağazadan henüz gelmiş gibidir, ayakkabılar hiç iz edinmemiştir, mobilyalar daha
geçenlerde bir gidişte tefriş salonundan
bir çırpıda ve bu sene modasından alınmıştır. Sanki eskilere hiç uzanmayan
yaşamlardır eski bir tek şeyin olmadığı dekorlardaki diziler. Oysa içinde yaşanmışlık olan her evde eski,
yeniden kat be kat çoktur. Eski dediysek bir yıllık da eskidir, on yıllık da,
yüz yıllık da.
Oysa
dizilerdeki evlerde kaç kuşaktır yaşanmaktayken o kuşakların hiç eskittiği bir
eşya ortada görülmez. Ortadakiler büyük tüm mağazalarda o an rastlayacağınız
şeylerdir. Göze diken gibi batıyor bu ince ayrıntılar bir dizide. Daha ilkten
inandırıcılıktan uzaklaşıyor böyle göz ardı edilmiş inceliklerden uzak çekilmiş
diziler. Gerçeklik duygusu vermiyor. Veremez de zaten. Ev nasıldır, neye benzer
hepimiz biliriz çünkü. Gelin evi gibi olmaz yılların evleri. Yani ev, ıskartaya
çıkmış eskilerin yerine gelen yenilerle eskilerin harman olduğu sürece inandırıcı.
Öyle
ev dekorları içinde çekiliyor ki bazı diziler o evin içinde doğmuş, büyümüş,
güngörmüş birinin o evde anı olarak bile
sakladığı hiçbir şey yok mudur diyesiniz gelir. Bir masa, sandalye, halı filan.
Anı olarak ola ola bir çekmecedeki o da
yepyeni bir kutudaki eski fotoğraflar, bir kolye, bir saç tokası filan sunuluyor.
Ne kadar gerçek gözükebilir kolay kanmayan bir göze bu güya anımsı yaklaşımlar.
Hiiiççç. Hem de hiç.
Eğer
üstelik de birkaç kuşağın yaşadığı bir ev
idiyse dizideki, kaldı ki on beş yıllık bile olsa tenceresinden
fincanına, halısından perdesine, koltuğundan baharatlığına eskimiş, “aaaa,
annemin mutfağındaki o kaç yıllık baharat takımındanmış”, “bizim de böyle çalar
saatimiz vardı” gibilerinden söyleten
şeyler olmalı. O evin gerçekten dizi gereği tem şimdi değil de dizideki geçmişe
uzanan tarihte kurulduğu zamanı çağrıştıran tek bir öge olmaksızın ne
inandırıcılık ne de gerçeklik duygusu olabilir dizi bünyesinde.
Haa,
evet kimisi mobilyacı dükkanı gezercesine bir seyir sunan, tefriş salonunu
andıran dekorları bunları seyretmekten hoşlanıyor olabilir, hedef kitle meselesi
nedeniyle böyle çekimler yapılabilir. Ama gerçeklerle bağı kesip dekorundan
giysisine algıda tekdüzelik uyandırıyorsa bir dizinin halleri, tutmuyor işte.
Erken finalle sonlanıp giden kaç dizi var böyle. Ki bazılarının hiç de fena
olmadığı söyleniyor.
Bir
dizi izlemek en azından kulak vermek isterim tabii. Ama sırf dizi izlemek için zaman
ayırabilecek tahammülü olmayanlardanım. Dizi dediğin dizi dizi şeyler sunacak.
Öyle çok para harcamaya da gerek yok. Çekilen mekan mesela. Metropoller dışında, biraz uzaklarda öyle
yerler var ki. Mimari oralarda şiir gibi. Briket ve betondan, hazır çimentodan kuleler
değil, oymalı, işlemeli, yontmalı
taştan, demir ya da ahşaptan el işçiliği kapılardan mimarinin hasını yansıtan yapıyla dolu kentlerimiz
var. Hatay gibi. Mardin gibi, Kars gibi. Hala çiftlikler var; ama diziler küs
onlara. Çiftlikle, tarımla pek
ilgilenmesek de gezmeye Avrupa’ya gidince ne görüyoruz orada ilk? Koca bir
çiftlik gibi değil mi Avrupa dediğin? Tarım hem de nasıl yapılmıyor mu tüm
Fransasından, Belçikasından Almanyasına? Ve gelişmiş, büyük güç olmuş tek bir
devlet var mı ki tarım yapılmıyor olsun?
Fransa bağcılık yapmaz mı, patates üretmez mi? Hollanda koskoca bir köy gibi
değil mi kanallar arasında kalmış her
yerde denizden alçak küçük bir toprak parçasına oturmuş beyaz inekler geviş
getirirken? Gerçeklik bunlarda, böylesi karelerde işte.
Dizi
dışına gözünüzü çevirdiğinizde gördüğünüz ile gözünüzü diziye çevirdiğinizde
gördüğünüz arasındaki gerçek olmayana yönelişe ait orantıda. Orantılar ters
oldukça gerçeklik duygusu uyanmayacak ve
sonunda diziler sonsuz uykusunda dalacak bitiş vaktinden önce.
Oysa
bir dizi vardı 71 hafta boyunca beklenen, 71 hafta sonunda da asla unutulmayan.
Hem de nasıl gerçekti o dizi olduğu için dizi demek zorunda kaldığımız olgu. Mutfaktaki
en az yirmi beş yıllık baharat takımına dek. Eski pervazlarından Kozcuoğlu kızlarının
pirinç karyolalarına, biraz Rüzgar Gibi Geçti’nin Scarlett O’Harası modasını
andıran çiftlik yaşamına uygun giysileriyle. Hele çamurlu siyah lastik çizmeler
vardı ki Asi ayaklarda…Nasır tutmuş gepegencecik bir veteriner kızın elleri
hele... Salgın hastalığa yakalanan ağıldaki koyun sürüsü… Sabun şenlikleri... O
şenlikte içine altın konulan sabunun kime çıkacağı heyecanı... Çiftlikteki
tavuğundan ördeğine, atına hayvanlarla
iç içe yaşam... Çeyiz düzmeler... Sandıktaki anneden kalma, dededen toruna
hediye çeyizler ya bakırından yemenisine.
ASİ
dizisi efsane oldu. Pek çok etmen var elbette mimarisinden giysilerinde, saç
modellerinden, kültüründen, çiftliğinden,
kadrosundan, edebiyat uyarlaması olağanüstü güzel bir konu olmasından başka
gerçeklik duygusuyla sizi içine çekmesiyle. Dizi oynamıyor da gerçek bir hayatı
izliyorsunuz oturmuşunuz pencerenizden karşı pencerenin ardındakilere hissi
vermesiyle. Şimdilerde bir diziye bakmam on dakika sürmüyor. Çekemiyor içine
hiçbir dizi çünkü. Oysa beklenti, gerçeklik hissi vermesiyle dizinin kanıksanması.
Bir dizi izleyemiyorsak benimseyip de, nedeni bunlar işte.
Biz
bunlarsak eğer, gerçekliğimiz de bunlar. Hiç kimsenin evi iki ayda bir modaya
uygun olarak tefriş salonları gibi döşenmez. Ama dizilerde döşeniyor. Bu,
gerçeğe aykırı. Aykırılıkların sonucu ayrıksılık. O zaman dizi, tefriş salonu
izlemeyi sevenlerce izleniyor tek. Ve yeni dizi arayışına gidiliyor. Oysa
arayış, gerçeklik duygusu uyandırmak olsaydı…
(Her
hakkı saklıdır)
Ayşei
Yasemin YÜKSEL (Acemi Demirci), 16.08.2016, 11:14
@AcemiDemirci